25 Haziran 2020 Perşembe

Hatıra Türü - Dr. Abdullah DEMİRCİ

HATIRA TÜRÜ ESERLERİN TÜRK FOLKLOR ÇALIŞMALARINDAKİ DEĞERİ VE “YETMİŞLİK BİR SUBAYIN HATIRALARI” ADLI ESERDEKİ FOLKLOR UNSURLARI
     
                                                Abdullah  DEMİRCİ*
1-Hatıra Türünün Tanımı

        Hatıra; “ Kişisel yaşantı ve gözleme dayanarak yazılan tarih ya da kayıtlara denir.” Hatıra yazarları, çoğunlukla çeşitli tarihsel olaylarda rol oynamış yada bu olayların yakın gözlemcileri olmuş kişilerdir ( ANABRITANNICA C.25.300 ).
“Bilhassa son bir asırlık tarihimizin vazgeçilmez kaynaklarından olan hatıralar folklor bakımından da hususi bir alakayı gerektirecek derecede mühim bilgiler ihtiva etmektedirler” (BİRİNCİ 1986:63)
        “Kültür tarihinin ve edebiyatın zengin kaynaklarından biri sayılan hatıra;tarih için de önemli bir belgedir.  Tanınmış bilim,sanat ve politika adamlarının kaleme aldıkları anılar; hayatlarını,devirlerini,çalışma ve araştırmalarını aydınlatması bakımından çok önemlidir”(KARAALİOĞLU 1979:282).
      Hatıraların muhtevaları konusunda da Ali Birinci şöyle demektedir:
“Siyasi mevkii yüksek kişilerin, siyasi düşüncelerle ve kendilerini müdafaa veya yüceltme niyetiyle yazdıkları hatıralarda folklora dair bulunan bilgilerin nispeti hayli düşük olmaktadır ki bunun en dikkate değer örnekleri Sadrazam Kamil ve Sait Paşaların yazdıklarıdır. Bu gibilerde mevzuumuz bakımından ihmal edilebilecek kadar az bilgi bulunmaktadır.
      Bunun tersi ise siyasi bakımdan dikkate değer bir mevkii ve şöhreti olmayanların yazdıkları hatıralarda mevzuumuz bakımından daha çok manalı bilgiler bulunabilmesidir. Bunların daha mütevazı bir heyecanla ve hevesle yazıldıkları söylenebilir. Günlük hayatın izlerini daha çok taşırlar ve bu gibi eserler fazla bir dikkat çekmeden  zamanımıza kadar gelmiştir (BİRİNCİ 1986:63).
         Zaten hatırat yazarımız Rahmi APAK da YETMİŞ YILLIK BİR SUBAYIN HATIRALARINDA şöyle demektedir:
         “Ben hatıralarımın yetmiş yılın tarihine önemli bir kaynak olacağı iddiasını ileriye sürecek kadar kendimi üstün durumda görmüyorum. Fakat, yüksek mevkii sahibi kimselerin yazdıkları hatıralarında, şahsi şeref duygusu yüzünden ekseriye zedelenmektedir.                                   Yetmiş yılın tarihi parlamentolar zabıtalarından, siyasi partilerin demeçlerinden, hükümetler ve devlet vesikalıklarından, basın yayınlarından istifade ederek vücuda getirmek isteyen yazarlar, benim hatıralarım Nevi’nden ve fakat tamamıyla hakikat olan hikayeleri kendi eserleri için bir garnitür olarak okuyabilirler.
       Hatıraların yazılmasındaki esas düşünce bundan maada gençliğe ve bilhassa ordunun genç subaylığına faydalı olması  içindir.”

        2-Hatıraların Folklor Açısından Önemi

       Hatırat türü eserler folklor ilmini ilgilendiren ad verme geleneğinden mahalle mektebine başlama merasimine, tekke ve tarikatlara, halk hikayelerinin dinleyicilerde uyandırdığı etkiye, çocuk oyunları, giyim, Ramazan eğlenceleri, hacı karşılama, düğün, hıdrellez misafirlik vs. gibi konuları bulabilmekteyiz.
        Türk halk biliminin kaynakları arasında edebiyat eserlerini de koyan Türk Halk Bilimi adlı kitabın yazarı Prof.Dr. Sedat Veyis Örnek şöyle demektedir:
        “Türk edebiyatının kapsamı içine giren roman, öykü, tiyatro, şiir, gezi, deneme, anı vb. türlerinde halkbilime ilişkin zengin bir gereç vardır. Halkbilimin çeşitli alanlarını oluşturan konu kümelenmelerini esas alarak sistemli bir tarama yapıldığında, Türk edebiyatı ürünlerinden halkbilimin yararlanacağı zengin bir gereç birikimi ortaya çıkar. Bu alanda çok sınırlı bir iki denemenin dışında geniş oylumlu ve sistemli bir taramaya hiç kimse ve hiçbir kurum girişmemiştir. Oysa halkbilimin, budunbilimin, toplumbilimin Türk edebiyatından öğreneceği  çok şey vardır; nasıl ki, edebiyat alanında ürün veren yazarlarımız da halkbilim verilerinden ve gereçlerinden yararlandıkları sürece, yapıtlarını yerel ve ulusal boyutlar kazandırmış olurlar”(ÖRNEK 1995:37).
        Sahaya çıkmadan önce derleyicinin okuması gereken konu ile ilgili kaynaklar arasında hatıraları da sayan Sahada Folklor Derleme Metodları adlı eserin yazarı Goldstein bu konuda şöyle demektedir:
        “Bölge ve bölgenin kültürü hakkında eserler ararken, derleyici, bir bakıma kendi gayeleri için bir bibliyografya hazırlayacaktır. Derleyici bibliyografyasını hazırlarken kolay ele geçen önemli kaynaklar yanında,ikinci derecede önemli kaynakları da ihmal etmemelidir”(GOLDSTEIN 1977:25).
        Goldstein,bu kaynakların nerelerde bulunabileceğini gösteren listede 11.maddede  “...... yayınlanmış hatıralar, hayat hikayeleri, bölgede yaşayanların hatıraları” nı saymaktadır.
        Halk edebiyatı uzmanı Prof. Dr. Şükrü Elçin de bir konuşmasında “tarihi eserlerde folklor malzemesi taranmalıdır. Adetler, ananeler,terimler vs. bu tip tarih kitaplarını okuyun, günün birinde malzemeniz çoğalır”(YÜKSEL 2001:31) demektedir. “Konuyla ilgili neler okuyalım?” diye sorulduğunda “Aşık Paşazade ve Neşri tarihlerini mutlaka okuyun, onlarda çok malzeme var” şeklinde cevap vererek bu tarz eserlerin folklorun kaynakları arasında yer alması gerektiğine işaret etmektedir.         
       Sonuç olarak halk bilimi araştırmalarında sosyal adet ve gelenekleri tespite yarayan hatırat türü eserler, şimdiye kadar ihmal edilmiştir. Ayrıca sahada derleme yoluyla elde edilen malzemenin daha sağlam bir şekilde yorumlana bilmesi için de hatıralara ve diğer yazılı kaynaklara başvurmak gerekmektedir diyebiliriz.

YAZAR HAKKINDA BİLGİ

        RAHMİ APAK:Türk siyaset adamı ve asker (Babaeski 1887-ANKARA 1963). 1906 yılında Harp Okulunu bitirdi. Balkan Savaşına Vardar ordusu ile katıldı. 1914’te kurmay oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas, Irak ve Filistin Cephelerinde bulundu. 1917’de İngilizlere esir düşerek Malta’ya götürüldü. Kurtuluş Savaşı’nda alay ve tugay kumandanlığı yaptı. Moskova’da Ataşemiliter olarak bulundu. 1934’te ordudan ayrıldı. 1935-1946 yılları arasında Tekirdağ  Milletvekilliği yaptı. Lizbon elçiliğine tayini üzerine milletvekilliğinden çekildi. 1949 yılında Bağdat Elçiliğine  nakledildi. 1952’de emekliye ayrıldı.
       ESERLERİ:Rus –Leh Seferi(1925);Cihan Harbi Esnasında Avrupa Hükumetleriyle Türkiye. Anadolu’nun Taksimi  (1926); Felâkete Doğru (1932); Mareşal Foch’un Hatıraları (1939); İstiklal Savaşı’nda Garp Çephesi Nasıl Kuruldu (1942); Portekiz ve Salazar(1949); Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları(1957); Türk İstiklal Harbinde İç Ayaklanmalar(1964). Bunlardan başka askerlikle ilgili bazı meslek kitapları da vardır (MEYDAN LAROUSSE C.2 S.31).
               
3-Eserdeki Folklor Unsurları

MESLEKLERİN DAĞILIMI

          Yazarın ifadesinden o günün Türkiye’sinde hangi mesleklerin olduğunu ve bunları hangi etnik grupların yaptığını öğreniyoruz:

       (Müslüman Türkler) “Köylerde ve kasabalarda çiftçi ve bekçi, şehirlerden ise devlet memuru, polis, jandarma ve ordu mensubu idiler. Diğeri ise, Müslüman olmayan azınlıklar yani Rum,Yahudi, Ermeni ve Bulgarlardı. Türk köylüsü buğday,  arpa ve mısırdan başka ziraat  bilmediği ve yapamadığı halde, Rum ve Bulgar köylüleri üzümcülük ve şarapçılık, ipekböcekçiliği gibi çeşitli ziraatı öğrenmişlerdi. Bütün çiftçi mahsullerini kıymetlendirmek yani köylüden toplayıp  iç ve dış pazarlara satmak ve bu komisyonun rahat kazancını sağlamak faydasını Rumlar kapmışlardı. Bu suretle zenginleşmiş olan yerli Hıristiyanlara Çobancı ve yabancı Hıristiyanlara da  Çelebi denilirdi. Kasaba ve şehirlerde Avrupa mallarını satanlar yani manifaturacı, beyaz, camcı, hırdavatçı, kırtasiyeci ve diğer bütün esnaflık - başta Ermeniler olmak üzere – Yahudilerin ve Rumların işiydi. Büyük ithalatçılığı da Ermeni, Yahudi ve Rumlar  yapıyorlardı.
       Sanatkarlar da büyük ölçüde onlardandı. Demircilik Ermenilerin, mandıracılık Yahudilerin, eczacılık Rumların ve Ermenilerin, hekimlik ve bilhassa dişçilik ve bütün şehirlerde berberlik, değirmencilik, kunduracılık, balıkçılık, sarraflık ve bankacılık dahi bu azınlıkların ellerinde idi. Hasılı nerede kolay ve bol para kazanılırsa orasını onlar tutmuşlardı”. (S.1)
FIRINCILAR
“Karadeniz kıyılarında ve bilhassa dağlık ve çorak ve Doğu Karahisar kazasında  yaşayan Türkler, öteden beri Rusya’ya giderek  orada muhtelif sanatlarla ve bilhassa fırıncılıkla para kazanırlarmış. Yeni iktisadi politikanın ilanı üzerine bu Türkler tekrar Rusya’ya akın etmişlerdir. Benim, Rusya’ya ilk gittiğim yıl yalnız Moskova şehrinde kırk  kadar Türk fırını açılmıştı. Bu fırınların duvarlarında Atatürk’ün ve Mareşal Çakmak’ın taş basması boyalı resimleri asılı duruyor”.(S.275)


            YAŞAMA STANDARDINI GÖSTEREN HAYAT TARZI
       Türkiye’de para akan yerleri hep azınlıklar tuttuğundan bu vatandaşlar zengin olmuşlar ve medeni bir yaşayışa girmişlerdi. Kasaba ve şehirlerde mahalleleri yarı idi. Evleri muntazam, yiyip içmeleri daha insanca idi. Mesela; bulunduğum kasabanın en büyük idare amiri olan kaymakamın evinde bile, ortaya bir hasır üstüne konan bir eleğin üstüne yerleştirilen yuvarlak sininin etrafına çevrelenen kaymakam ailesini, ellerindeki ekmek parçalarını bir bakır sahan içindeki sulu yemeğe batırarak, bandırarak yemek yediklerini hatırlarım. Yemekte bir masa başına oturup çatal, kaşık ve bıçakla yemek günah sayıldığından, bu temizliği ancak  Müslüman olamayanlar yapıyorlardı”.(S.1-2)
“Trakya’daki azınlıkların iktisat, sanat ve kültür bakımından üstünlüklerini anlattım. Şimdi bir kere daha Trakya Türklerini ele alacağım. Zahire tüccarı Rum, buharlı ve büyük değirmen sahibi Rum, şarap ve rakı yapan Rum, balıkçı Rum, demirci ve kuyumcu Ermeni, kunduracı Rum, fırıncı Ermeni, su değirmeni yapan usta Ermeni, ithalatçı ve ihracatçı Rum veya Ermeni veya Yahudi olduktan sonra, Türklere ne kalıyordu? Türklere kalan nalbantlık, kahvehane işletme, mutaflık ve saraçlık. Sarıklı softalar dünya malına heves etmeyiniz, bir lokma bir hırka ile yaşayınız diye haykırıyorlar. Türk bunlara inanıyor. Evler pis, tahtakurusu, bit ve pire salgın halinde. Şehirlerde verem, köylerde malarya, çok şükür frengi yok. İçki adeti kasaba ve köylere girmemiş. Bu cihetten üstün durumdayız. Alışverişte düzgün ahlak, devlete bağlılık, büyüklere saygı da Türkler hesabına ayrı bir üstünlük. Bu sözlerle Trakya Türklüğünün durumunu çizdim sanırım. Eski Trakyalılar, çocukları dünyaya gelince ağlayıp sızlar ve dövünürlermiş, ölümü ise kurtuluş töreni ile kutlarlarmış, işte benim çocukluk zamanımın Trakyası da galiba bu geleneği saklıyordu”.(S.19)  

                               ÖĞRENCİLERİN CEZALANDIRILMASI
        Bu gün için oldukça ağır olan askeri okuldaki ceza şekillerini de bu satırlarda görüyoruz:

       “İlkokulumu birkaç kasaba ve şehrin tek sınıflı topluluğu içinde yaptım. O zamanki orta eğitimin başlangıcı sayılan rüştiyeye  Edirne’de girdim. Bu rüştiye askeri Rüştiyesi idi. Öğretmenler ve idareciler subaydı. Dahiliye zabiti (iç subayı) denilen idarecilerin elleri sopalı idi.
       Oynamak ve koşmak bile bir çocuk için suç sayılır ve bu yüzden bu subaylar kıçımıza ve narin ayaklarımıza, kızılcık ağacının dallarından kesilmiş sopaları bize acımaksızın indirip dururlardı.
       Bu dayak faslı, sonra sınıflı Askeri İdadesi’nde dahi cömertçe ve bolca devam etti. Orada biri resmi, diğeri iki türlü dayak vardı: resmi olana (meydan dayağı) denirdi. Okulun talimatına göre, her hafta Perşembe günleri, öğleden sonra,karar verilen sayıda ve suça göre meydan sopası bütün öğrencilerin kale nizamındaki topluluğu ortasında merasimle atılırdı. Şöyle ki, meydanın ortasına bir asker beyliği (battaniyesi) serilir ve bu battaniyenin iki tarafında elleri sopalı iki subay ayakta mevki alır. Haftalık emirde, işlenen suç ve buna takdir edilen sopa sayısı yüksek sesle okunur. Bunun itiraz temyizi yoktur. suçlu hemen  meydanın ortasına çağrılır. Battaniyenin önüne gelince bir temanna çakar ve balıklama battaniyenin üzerine uzanır. Bu balıklama uzanma, uzun bir yılan balığının kaygısızca ve süzülerek denize kayması gibi maharetli ve maniyerli yapılması, suçlunun soğukkanlılığına ve korkusuzluğuna delalet edeceği için, öğrenciler arasında onun şeref ve itibarını arttırır ve meydan dayağı yiyecek adaylar, bunu dershanede talim ve tecrübe ederler. Sonra iki er birer ayağından ve bir er de başında olmak üzere yerdeki yüzükoyun yatan suçluyu tutarlar. Subaylar da birisi bir yandan , öteki  onun karşısından  nöbetleşe  yatmış  suçlunun  kıçına  vurmaya  başlarlar. Talimatnameye  göre  bu  vuruşlar  gayet  hafif olmak  gerekse  de  subaylar  bu  talimatnameyi  hiçe  sayarak  olanca  güçleri  ile  kızılcık  sopalarını  öğrencilerin  kıçlarında  kırarlardı. Bu  vuruşlara  dayanamayıp  bağıran  veya  acıdan  kıçlarını  oynatan  oynatan  öğrenciler  arkadaşları arasında  gözden  düştükleri  için, dişlerini  sıkıp  hık  dememeye gayret  ederler. Hatta  meydan  dayağı   yiyeceklerini önceden  tahmin edenler, donlarının  altına  etlerinin  üzerine  pestil  kaplarlar. Hem sopanın  acısı  azalsın  ve hem de çıkan  ses et  sesine andırsın diye”. (S.3)

LAKAPLAR

             Günümüzde de devam eden lakap takma adetinin o günkü durumunu ve hangi               lakapların kullanıldığını şu satırlardan öğreniyoruz:

“Okulda hemen hemen her öğretmen ve iç subayın bir lakabı vardı. Bu lakaplar o kadar yerinde ve iyi seçililerdi ki, genç öğrencilerin zeka ve esprilerini tasdik ettirirdi. Mesela: yeni gelen bir yüzbaşı, bir öğrenciye hitap ederken külhanbeyi argosu ile: “Bana bak, ben madik yutmam” demiş. Hemen onun adı madik olmuş. Gayet şık fakat kadın tavırlı bir subaya kontes demişler. Elinde büyük bir sopa taşıyan, Kırcaali’den gelmiş Yüzbaşı Mustafa’ya Katırcı adı vermişler. Elbisesinin kumaşı o zamanki trenlerin ikinci mevkilerinin kumaşına benzeyen birisine ikinci mevki adı verilmiş. Baba Ahmet, Keykavüs, Alibaba, Evliya, Ayıboğan, Öküz Arif vs. lakaplar da hatırlarım”. (S.5-6)

YAZI LEVHALARI

Bu gün de bazı iş yerlerinde gördüğümüz yazı levhalarının ve sloganların o gün için hangi konular da olduğunu da öğreniyoruz:

“Bir gün dershaneleri süsleyeceğiz diye öğrencilerden para toplandı. Pencerelere perdeler ve birkaç  Arapça levha tedarik edilerek dershane kapısına,iç duvara asıldı. Sarı yıldız ile ve çok güzel yazılmış olan bu levhalardan birisi: “El cenneti tahte  zılalissüyuf” idi ki ,Türkçe’ye  tercümesi: “Cennet kılıçların  gölgesi altındadır” demek ise de asıl manasını kimse açıklamadı. Yani bunun asıl demek istediği: “Barış istersen kavgaya hazırlan” mıdır; yoksa: “Harpte ölürsen cennete gidersin” demek midir? Diğer,Arapça, daha büyük bir levha da şöyle yazılı idi: “Atiullûha ve atıurrasule ve Ülülemre minküm” yani “Allah’a ve Peygambere ve içinizden emir vermek mevkiinden olanlara itaat ediniz”.(S.6)

EĞLENCE HAYATI


“Gramofon Türkiye’ye yeni girmişti. Hafız Sami’nin ve Hafız Aşir’in gazelleri ve şarkıları bol bol dinleniyordu. İlk sinemayı Edirne’de bir kahvede seyretmiştim. İngiliz-Boer Harbi’ne ait bir film. Arasıra Kel Hasan’ın ve Manakya’nın tiyatrolarına giderdik. Edirne kopukları, evdeki son  tencerelerini satarak tiyatroya gelirler ve o zamanın meşhur artistleri olan Şamram ve Peruz gibi göbekli nazeninler kantoya çıkıp göbek atmaya başlayınca aah!.. diye bağırırlardı. Edirnelilere çingene derler. Güya bir zamanlar,çingeneler askerlik hizmetine alınmazken,askerlikten kurtulmak için bir çok Türkler kendilerini çingene kaydettirmişler. Fakat,Edirne’nin çingene mahallesinden gelince gübrelikler üzerinde keman meşk eden çingene gençleri görülürdü. Çoğu çingenelerden olmak üzere kurulmuş birkaç ince saz takımı,akşamları gazino ve içkili bahçelerde akşamcıların neşelerini açarlardı.

       Ayrıca,birçok kahvehanelerde,bilhassa mahalle kahvehanelerinde,Rumeli’nin milli musiki aleti olan cura eksik olmazdı. Burada gençler bu aleti çalmaya heves ederlerdi. Bu alet ile on altılık,hatta otuz ikilik notaları maharetle çalan sanatkarlar vardı. Bilhassa cezaevinde uzun zaman yaşayan cezalılar arasında kuvvetli curacılar bulunduğunu hatırlarım.

       Erkek ve kadın ayrı ayrı yaşadığından halk için eğlence konusu erkeklerin inhisarında idi. Milli yağlı güreş müsabakalarını daha ziyade erkekler seyrederdi. Bir kere Sarayiçi’nde meşhur Kurtdereli ile Adalı’nın güreşlerini seyretmişti. Bu iki dev adam,çayırın üstüne çömeldiler. Sarıklı ve uzun boylu birisi arkalarına geçerek ve birer elini güreşçilerin sırtına koyarak: “İki yiğit çıktı meydane... İkisi de birbirinden merdane... Aslan gibi yetişirler...Kaplan gibi tepişirler” tekerlemesinden sonra bunların ok gibi ortaya fırlayarak peşrevlerini ve el işaretiyle yaptıkları dualardaki mani yerlerini bugün dahi gözlerimin önünde canlandırırım.

       Sarayiçi’nin Tavuk Ormanı mesiresi ile Karaağaç civarındaki Sinekli mesiresine kadın erkek birlikte piknik için gidilirdi”.(S.7-8)


RAMAZAN GELENEĞİ


“Ramazan ayı, camilerde bir hareket yaratırdı. Sultanselim,Üç şerefeli ve Eskicami gibi büyük camiler gündüzleri öğleden sonra tıklım tıklım dolardı. Her köşede bir vaizcinin veya hafızın etrafında yüzlerce dinleyici halka olurdu. Vaizler içinde bazı meşhur simaları,padişah idaresine gizli yollardan imalarla çekiştiren bazı vatansever din adamlarını hatırlarım.
            Edirne’nin kırk elli minaresi kandillerle ve mahyalarla ışıklanır ve sokaklarda sahura kadar hayat ve hareket devam ederdi”. (S.8)

TARİKATLAR


O günün Türkiye’sinde tarikatların durumunu şu satırlardan öğreniyoruz:

“Biraz da Edirne’de ki tekkelerden ve tarikatlardan bahsedeyim. Edirne’de ; Mevlevi,Nakşibendi,Kadiri Rufai,Sadi vs. gibi tarikatlar ve bunların tekkeleri vardı. Bizim oturduğumuz Karanfiloğlu mahallesinde bir Sadi tekkesi vardı ki, ben bile bunun müritlerindenim. Haftada bir kere müritler toplanır,şeyh ortaya oturur,kasideler okunur,sonra zikre başlanırdı. Zikreden dervişler ALLAH ALLAH diye cuşuhuruşa gelirler,ağızları salya köpükleriyle dolar, cezbeye gelirler ve nihayet kendilerini fırlatıp semahane denilen ibadet salonunun ortasına atılırlar ve kaskatı kesilirler. Sonra şeyh efendi yavaş yavaş kalkarak bu baygınların yanlarına gider,kulaklarına bir şeyler söyleyerek veya okuyarak bunları ayıltır. Biz de bu pandomimayı seyrederdik”.(S.8-9)

MARŞ VE TÜRKÜLER


            Askeri bir geleneği olan marş ve halkın duygularının, düşüncelerinin, muradının eseri olan türküler, o günün  Türkiye’sinin aynı zamanda bir yansımasıydı.
(1908’de Meşrutiyetin ilanından sonra, yeni rejimin heyecanıyla söylenen marş ve türküleri)
     “Geceler gündüz oldu,dideler ruşen oldu,
      Sancağımız  şanımız,Osmanlı unvanımız,
      Vatan bizim canımız, feda olsun kanımız,
      Ordumuz etti yemin, titredi hakü zemin,
      Yaşasın Niyaziler Enverler, varolsun hakimiyetli askerler,
diye sokaklarda çocuklar,gazinolarda ince saz takımları söylüyorlardı”.(S.33)
“O zaman Edirne’de bu genç için çok heyecanlı bir cenaze töreni yapılmıştı. Kadınlar ve erkekler sokaklarda ağlaşmışlardı. Birkaç gün sonra da sokaklarda şöyle bir türkü işitiliyordu:
Çiftliğin lambaları parlıyor,
Doktor gelmiş yaraları bağlıyor,
Annem, babam baş ucumda ağlıyor,
Çare bulan olmadı bu yareye
Pek yazık oldu Hacı Nuri Bey’e ...”(S.20-21)
“Birecik’te, kıtalarımızın geçişini tanzim için beş gün kaldık. İlçe kaymakamının evinde misafiriz. Sokakta, çocukların mahalli şive ile bir harp türküsü çağırdıklarını işitiyorum. Bunlardan bir ikisini çağırttım. Bu türkünün güftesini yazdım. O zamanki durumu ne güzel tasvir ediyordu:
Kışlanın yanında bir binek taşı,
Çekin kıratını binsin binbaşı
Selama dursun çavuş, onbaşı

Amanın aman hallerin yaman,
Erzurum Dağını bürüdü duman.

Binbaşı geliyor eli sopalı,
Arkasına takmış körü, topalı,
Halimiz çok yaman oldu,
Seferberlik çıkalı.

Amanın aman hallerin yaman,
Erzurum Dağını bürüdü duman”.(S.154) “O zaman Edirne’de bu genç için çok heyecanlı bir cenaze töreni yapılmıştı. Kadınlar ve erkekler sokaklarda ağlaşmışlardı. Birkaç gün sonra da sokaklarda şöyle bir türkü işitiliyordu:
Çiftliğin lambaları parlıyor,
Doktor gelmiş yaraları bağlıyor,
Annem, babam baş ucumda ağlıyor,
Çare bulan olmadı bu yareye
Pek yazık oldu Hacı Nuri Bey’e ...”(S.20-21)
“Birecik’te, kıtalarımızın geçişini tanzim için beş gün kaldık. İlçe kaymakamının evinde misafiriz. Sokakta, çocukların mahalli şive ile bir harp türküsü çağırdıklarını işitiyorum. Bunlardan bir ikisini çağırttım. Bu türkünün güftesini yazdım. O zamanki durumu ne güzel tasvir ediyordu:
Kışlanın yanında bir binek taşı,
Çekin kıratını binsin binbaşı
Selama dursun çavuş, onbaşı

Amanın aman hallerin yaman,
Erzurum Dağını bürüdü duman.

Binbaşı geliyor eli sopalı,
Arkasına takmış körü, topalı,
Halimiz çok yaman oldu,
Seferberlik çıkalı.

Amanın aman hallerin yaman,
Erzurum Dağını bürüdü duman”.(S.154)

BIYIKTA ALMAN MODASI


            “Türk subayları, Almanlar gibi bıyıklarını burarlar ve yukarıya dikerlerdi. Alman imparatoru 2.Giyyom’un Fransızların tabiri veçhile gözlerini tehdit eden yukarı kalkık bıyıklarından birisinin ucu bir sigara yakışında yanınca öteki ucunu da kestirmek zorunda kalmış ve derhal bizim orduya da sirayet etti. Pos bıyık yerine kırpık bıyık fakat tabii daha temiz. Bir gün Beşiktaş’ta Berber Zekâi’de tıraş olurken muzip bir arkadaşım ben görmeden berberin makası ile benim de bıyığımın bir tarafını kesince
ben de bıyıkları kırpmaya mecbur oldum. Fakat o akşam eve dönünce annem hayretle yüzüme baktı:A oğlum sen köçek olmuşsun dedi.”(S.50)

AD VERME GELENEĞİ

“Uyumazdan önce sabahleyin çok erken civar köylerden ve nereden olursa iki üç kılavuz tedarik etmelerini söyledim. Süvari çavuşu iki adam bulmuş, beni gün ağarırken uyandırdı. Acaba bu adamlar Türk mü idi? Önce bir soruşturayım dedim. Birisine adını sordum:”Benim adım Asker” cevabını verdi. Allah Allah olur ya burada asker adlı insanlar  da var demek. Ötekine sordum:”Benim adım Yolcu” dedi. Kırk kırkbeş yaşlarında iki köylü. Merak ettim, yahu senin adın neden asker, seninki neden yolcu?..
-Efendim, ben 1878 Harbi’nde Kars’ta doğmuşum, o zaman Kars’a çok asker gelmiş, bu yüzden babam benim adımı asker koymuş. Ötekisi:
-Efendim ben de Karslıyım, o zaman halk Kars’tan göç ederken ben yolda doğmuşum benim adımı yolcu koymuşlar.
Bu mübarek milletin adı da, sanı da hep harp hatıralarına bağlı kimisi yolcu, kimisi göçmen, kimisi asker. Allah bu millete oturmak kısmet etmemiş ki...”(S.123)

SULTAN MURAT ZAMANINDAN KALAN  TOPUN EFSANESİ

Efsaneler, bir yönüyle gerçek olduğuna inanılan kısa hikayelerdir. Namlusunun bir kısmı parçalanmış tarihi topun, halkın inanışında ne derece önemli yer tuttuğunu bu efsanelerde görüyoruz: 
“Bizim tümen Kût cephesinden alınarak aşağıdan yani güneyden gelen İngilizleri karşılamak üzere gönderildiği zaman, Kût karşısında kalan birliklerimiz Bağdat’ta hükümet konağı önünde durmakta olan ve zannedersem 46cm. çapındaki, Sultan Murat zamanından kalma eski topu cepheye getirmişler. Bunun dört adet içi boş demir güllesi varmış. Bu yuvarlak gülleleri kara barut ve demir parçalarıyla doldurarak ve bir de fitil takarak İngiliz siperlerine atmışlar. Müthiş gürültü yapmış. İngilizler Cenevre Antlaşması’na aykırı gayri medeni silah kullanıyormuşuz diye protesto etmişler. Bunu sonradan bir arkadaştan dinlemiştim.
Sırası gelmişken bu top hakkında birkaç söz ekleyeceğim. Bu top, şimdi Bağdat’ta askeri müzenin avlusunda duruyor. Eskiden hükümet konağı önünde imiş. Yerli halk, hasta çocukları getirip şifa ümidiyle bu topun namlusu altından üç defa geçirirlermiş. Meşhur Kahraman Genç Osman’ın mezarı dahi bunun yanında imiş. 1951 yılında ben bu topu birkaç defa gidip gördüm. Araplar bu topa ABUHÜZAME adını takmışlar. Hüzame, Arap kadınlarının süs olarak burunlarına taktıkları halkaya denir ve erkekler karılarına kızınca, bu halkayı çekerek karılarının burunlarını yırttıkları gibi, Sultan Murat da isabetli atış yapmadığından dolayı, topa kızarak Hüzamesini koparmış ve bu yüzden namlunun ağzı yırtık imiş. Sultan Murat, bununla da kızgınlığını yenemeyerek topa bir yumruk vurunca onu Dicle Nehri’ne yuvarlamış. Yumruğun yeri namlunun geri kısmında içeriye çöküklük yapmış. Sonra topu sudan tekrar çıkarmışlar, namlusunun  üstünde yapışık olarak balıklar da beraber çıkmış. Bu balıkların dahi namlu üzerine kazınmış resimleri var. Sultan Murat, Hazreti Ali gibi veya Herkül gibi bir kuvvet sembolü olarak asırlarca Irak ve bilhassa Bağdat halkı arasında tanımış”.(S.138)

SU ULAŞIM VASITASI KELEK

“Buradan sonra, Dicle Nehri üzerinden kelek denilen yüzücü vasıtalarla seyahate devam ettik. Kelek nedir?Bunun yapısına ne bir maden ve bir çivi ne de bir ip veya urgan girmiyor. Tabiatın yetiştirdiği bitkilerle kuruluyor. Kırk adet keçi derisini nefesle şişiriyorlar ve ağızlarını eğilir, bükülür ince ağaç dallarını ip gibi kullanarak bağlıyorlar. Sonra bu tulumların üzerine kalasları diziyorlar ve kalasları da birbirlerine yine bu dallarla bağlıyorlar. Dümen ve kürek vazifesini görmek üzere önüne ve arkasına uzunca birer ağaç, takozlara yine bu dallarla bağlanıyor. İşte oldu bir gemi”.(132)


ARPADAN YAPILAN KAHVE

Mahrumiyetin o devirde neler yaptırdığını mesela nohuttan kahve yapıldığını da şu satırlardan öğreniyoruz:
“Tabur kumandanı:”Kurmayım, gel otur da sana bir yorgunluk kahvesi içireyim” dedi. Memnuniyetle kabul ettim. Biraz sonra hizmet eri bir fincan kahve getirdi. Ben de, anlayışlı bir tiryaki gibi kahveyi höpürdeterek içtikten sonra tabur kumandanı:”Nasıl, beğendin mi?”diye sordu:”Çok iyi pişirilmiş, teşekkür ederim” cevabını alınca gülmeye başladı. Meğerse içinde bir gram kahve yokmuş. Sararmış arpa başaklarını taşla ezip kaynatmışlar. Söylemese idi katiyen farkında olmayacaktım. Telkin ve propagandanın müspet tesiri “.(S.156)

KÖTÜ RÜYA GÖRMEK

“Geceyi açıkta geçirmiştik. Sabaha karşı bir rüya gördüm. Dişimi çıkardılar. Uyandığım zaman adeta dişimin sızladığını hissediyordum. Rüyada diş çıkarmanın önemli bir felakete delalet edeceğini yormamıştım.
Allah, insanın başına bir felaket getireceği zaman ilk önce gözlerini kör edermiş derler. Biz, dört subayın yalnız gözlerimiz körleşmekle kalmamış, bu esnada aklımız da kötürüm olmuş, ...... Esir olmuştuk”.(S.158-160)

DEYİM-ATASÖZÜ

“Kendisi muhtaca himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede”.(S.128)
“Türk dilinde pek çok atasözleri yaratmış olan Bağdat, diğer şehirlerimiz gibi geri bir memleketti.”Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz, sora sora Bağdat dahi bulunur, Bağdat’ı bihişt abat, aman aman Bağdatlı, cilvesi baldan tatlı “gibi tekerlemelerden hiçbirisi doğru değildir. Ana yanında bir uçurum yani bir yar vardır, fakat bizim Anadolu’daki yarlara nazaran hiç bir şeydir.(S.133)
Diyebilirim ki yüz binlerce Ermeni’yi Halep ve Şam bölgelerinde barındırmak suretiyle, Cemal Paşa Ermenilere  büyük yardım yapmıştır. Fakat ne yazık ki, harp bitip de Cemal Paşa Bolşevik Rusya’ya çekildikten sonra Tiflis sokaklarında onu öldürenler de Ermeniler olmuştur. İyilik yap,kemlik bul. Bundan büyük nankörlük olur mu?(S.151)
Hoppala, tamburdan yeni bir name daha çıktı.(S.170)
Ağlamayan çocuğa meme vermezler”.(S.185)


ÇOBANIN KOYUNLARI YÖNETMEDEKİ SIRRI

Türklerin geçim kaynaklarından biri olan hayvancılık aynı zamanda maharet isteyen bir iştir. Hayvanları yönlendirmenin basit bir iş olmadığını aşağıdaki satırlarda görüyoruz:

“Mustafa beni görünce her vakit yaptığı gibi bir paket sigara istedi, verdim ve sonra kendisinin mükemmel olduğunu, koyunlara fiske ile bile dokunmadan onları bir asker gibi disiplin altına aldığını ve her arzusunu onlara kumanda ile yaptırdığını söyledi. Ben de:”Mademki senin her emrini bu koyunlar dinlerler, o halde haydi göreyim seni şu yürümekte olan sürüyü geriye çevir” dedim:”A Kurmayım, bu da marifet mi? Biraz dur da bunu sana göstereyim” dedikten sonra yere çömeldi ve bir takım tuhaf tuhaf sesler çıkararak bağırmaya başladı. Bu bağırtıyı işiten sürünün içinde beş altı koyun başlarını geriye çobana çevirip melemeye başladılar.  Çoban Mustafa bundan sonra bağırtısının kuvvetini ve temposunu arttırdı. Derhal birkaç koyun geriye dönerek çobana doğru koşmaya başlayınca, bütün sürü bunların ardından geriye döndü ve Mustafa’nın etrafına toplandı. Mustafa çantasından bir parça ekmek çıkararak bu liderlere yedirdi. Meğerse dört beş koyunu böyle bağırmalardan sonra ekmek vermeye alıştırmış, böylece bütün sürüye hükmediyor. Bir kere bir nehri de koyunlara böyle geçirttiğini gördüm. Suyun karşı yakasına evvela kendisi geçti. Aynı sesleri çıkarmaya başlayınca bu talimli kılavuz koyunlar kendilerini suya attılar, arkalarından bütün sürü yüzerek geçti”.(S.131)

Bir kitleyi kendi emrine almak için tatbik edilen bu usûl yalnız koyunlar için değildir. Topluluklar, birçok memleketlerde ve birçok hallerde, aralarından bir kısmını doyurmakla idare edilmiyor mu?

AND İÇME GELENEĞİ

“Tam yirmi subay, Kur’an’a el basmak suretiyle gizlilik için and içtikten sonra, mensuplarımızdan üçünün oturduğu bir odanın ortasından bir tünel kazmaya karar verdik”.(S.167)


                                               KAYNAKÇA
APAK,Rahmi 1988 Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ankara TTK Yayınları

BİRİNCİ, Ali 1986 Hatırat Türünden Eserlerin Türk Folkloru Araştırmalarında Yeri
                        III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri I. Cilt K.T.B Yay.                                                                                                                                                                                                     
GOLDSTEIN, Kenneth S. 1977 Sahada Folklor Derleme Metotları
                                           Çev. Prof Dr. Ahmet E. Uysal- Ankara Kültür Bakanlığı  
                                           MİFAD Yayını
            KARAALİOĞLU, Seyit Kemal 1979 Sözlü ve Yazılı Kompozisyon Sanatı-İstanbul –
                                                                İnkilâp ve Aka Kitabevi 14.Basım
            ÖRNEK, ,Sedat Veyis 1995 Türk Halkbilimi –Ankara Kültür Bakanlığı Yayını
         
            YÜKSEL, Dr.Hasan Avni 2001 Prof. Dr. Şükrü Elçin’den Ders Arası Notları-Milli
                                                      Folklor Dergisi Sayı:52 Kış 2001  Ankara  


* Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü THB Doktora Öğrencisi