23 Ocak 2020 Perşembe

Aşık Nazif Hakani Hakkında - Abdullah Demirci

GEREDELİ HALK ŞAİRİ
    AŞIK NAZİF HAKANİ  (1937-1999)
                                                                                Dr.Abdullah Demirci

Merhum Aşık Nazif Hakani 10. 07.1937’de  Gerede’nin Ulaşlar Köyünde dünyaya gelmiştir. Babasının adı  Raif, anasının adı Arife’dir. İlkokulu  köyünde o zaman üç sınıflı eğitmen okulu diye adlandırılan okulda okuyup, Gerede ilçe merkezindeki Ziya Gökalp İlkokulu’nu dışarıdan bitirerek diploma almıştır.

            Şair 9.3.1965 tarihinde aslen Yunuslar köyünden Sare Hanımla evlenmiştir. Bu evlilikten 1’i kız, 5 çocuğu olmuştur. Bu çocuklardan Cenkaver (d.1968) ve Kemalettin (d.1981) bugün hayatta olup, diğer çocukları vefat etmiştir.

            Ciyersizoğlu lakabıyla da anılan Aşık Nazif Hakani’nin  asıl mesleği yapı ustalığı olup, her türlü inşaat işi ve taşeronluk da yapmıştır. Daha çok Zonguldak’da  vee bir süre Ankara’da  usta olarak çalışan şair, 1978-1981 yılları arasında ticaretle de uğraşmış, bir züccaciye dükkanı açmıştır. Daha sonra 1981 yılında Libya’ya işçi olarak gitmiştir. Aynı yıl Milli Güvenlik Konseyi’ne Danışma Meclisine  üye olabilmek için müracaat etmiştir. (7.8.1981)

            Her hangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayan şair, 1994 yılında yeşil kart almış, ancak 21.12.1998’de Gerede esnaf odasına kaydını yaptırmıştır.  Hakani 1.10.1999’da Zonguldak’da kalbinden rahatsızlanarak kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmiştir.

                                                   ŞAİRLİĞİ

            Şair, ilkokulu bitirdiği tarihlerde Kore Savaşı devam ediyordu. “ Tabi bu heyecanlı günlerde içim coşarak destanlar yazmaya başladım biraz devam ettim. Bana yeterli bir kazanç sağlamaması bakımından serbest meslek  sahibi olarak piyasada çalıştım, seyyar satıcılık, inşaat taşeronluğu ve esnaflık yaptım” diyerek yaptığı işleri özgeçmişinde belirtmiştir.

            Daha sonra şiir ve destanlar yazmaya devam eden şair, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın ardından Hürriyet Gazetesi’nin düzenlediği destan yarışmasına katılmıştır.

            İlk destanlarını 24 ay askerlik yaptığı Çorlu’da (1958-1959) yıllarında bastırmıştır. Bu dönemde” 12 Şubat 1959 Günü Cip Kazasında Ölen Yüzbaşı Mehmet Sağ’ın Ruhuna Sesleniş” ve “ Bekarlar Hakkında Bir Şiir Söyle Dedi( Aldı Ceylani)”, “Gurbet Elden Anneye Sesleniş” gibi destanlar yazmıştır.

            Danışma Meclisine üye seçilebilmek için M.G.K’ya  yazdığı dilekçesinde (1981) hayatı boyunca şiirle uğraşıp, Atatürk’ün kahramanlıklarıyla ilgili destanlar yazdığını belirten şair,  özgeçmişini  anlatırken şunları  belirtmektedir: “ ...fakat gurbet elde (şiirlerimin ) çoğunu çaldırdım. Tabii benden fazla ona hasret olan varmış, nasıl olsa yazarı benim dedim, hoş gördüm”.

            İstanbul’da bir süre saz kursuna gidip, saz çalmayı öğrenen Hakani, sanatçı olmak için 1971 yılında Ankara Radyosu’na başvurur. Fakat bir netice alamaz. Bu konuda özgeçmişinde şöyle der: “işini gören girebildi. Bundan sonra bendeniz yurdun her tarafını dolaştım, çeşitli olaylarla karşılaştım. Paralı zümrenin fakir zümreyi hiçe sayıp ezdiğini, küçüğün büyüğü tanıımadığını müşahede ettim”. Şairin bu dönemden kalan ve elektro sazla çalıp, doldurduğu amatörce bir kaseti mevcuttur.

            Daha sonra, Kültür Bakanlığı, Milli Folklor Araştırma Dairesi’nin valiliklere gönderdiği genelge ile Halk Eğitim Merkezine başvurup kendini Kültür Bakanlığı Halk Kültürü Arşivine halk ozanı olarak kayıt ettirmiştir. Şairle ilgili dosya bu gün YB.86.0131 numarayla HAGEM Arşivinde bulunmaktadır.

            Hakani’nin mevcut çok sayıda şiiri bu gün oğullarının elindedir. Bunları ileride kitap olarak  yayınlamayı düşünmektedirler.

Hakani, ayrıca Atatürk’ün 100. doğum yılı münasebetiyle Kültür Bakanlığı’nın açtığı İstiklâl Savaşı konulu destan yarışmasına “Atatürk ve Türk İstiklâl Savaşı Destanı” adlı şiirle katılmıştır. Zamanın kültür bakanı Namık Kemal Zeybek’e şiir yazmış ve bakandan teşekkür yazısı almıştır. Başbakana adlı şiirinde ise o dönemin başbakanı olan Turgut Özal’a seslenmiştir.

21.12.1996 Tarihinde Bir Kalp Krizi Sonu Bolu İzzet Baysal  Devlet Hastanesi’nde Tedavi Gören Aşık Nazif Hakani’nin Sayın İzzet Baysal’a Hitap Edişidir

İsmini yazdırsam ben tarihlere
Zahir olsun her yerde zihinlere
Zatını görmedim hayatta bir kere
Esenlik dilerim sana Baysal’ım

Tanısınlar seni çokça yerlerde
Batıdan doğuya tüm şehirlerde
Açıkça görülsün eserlerinle
Yardımlar boşuna gitmez Baysal’ım

Sayısız eserlerin büyük yerde
Asilzadeler var, bakın cömerde
Lazım senin gibi insan ülkede
Hakikat bayılır cana Baysal’ım

Alkışlar sanadır  şehirde, köyde
Kamaşır gözleri kalmaz siperde
Aşıklar yazar seni şiirlerde
Niçin yazdın deme bana Baysal’ım

İnerim çıkarım baksam nelere
Okullar yapılmış düz tepelere
Ülkenin ihtiyacı önderlere
Kucaklarım seni son hürmetimle
************************************************************************

ŞAİRİMİZ NAZİF CEYLANİ BİR GÜN OTURURKEN “VAY BENİM HALİME NE TAPARIZ ŞU YALAN DÜNYAYA” DEYİP ŞUNLARI YAZIYOR:

Kardeş şu dünyanın akibi yalan
Var mıdır bunda ilk asırdan kalan
Punda işini yüksek yere salan
Belinde gitmez kötü yaran olur

Depme kapı deperler hem kapını
Tutup  yıkarlar gülşeni, yapını
Bozarlar senin yolunu, hattını
Mal, mülk kalıp cümlesi viran olur

Malın mülkün kalır senden ellere
Sahipsiz mekan karışır sellere
Beyliğin ağalığın gelmez yere
Nüfustan künyeni bir soran olur

Sahip olur tatlı malına eller
İçinden çıkan zahirini yerler
Rahmetliğin malını yeriz derler
Anca yemekte seni soran olur

Sen dünyada iken incitme ferdi
İncitirsen sen de bulursun derdi
Bir çulu altına  yetimler verdi
Bu kabirde yüzünde karan olur

Sen dünyada iken çalışıp işle
Haramı bırak helal azık  aşle
Sevapla dolsun elindeki fişle
Yarın uhrada sana derman olur

Daim helalinden yiyesin peşin
Haram lokmayı çiğnemesin dişin
Helal paran ile yapılsın işin
Hem cennete girmeye sıran olur

Helal dane  buğdayın hem ekilsin
Zaman gelince ekinin biçilsin
Dörtte biri misafirle yenilsin
Cennette gezmeğe bir harman olur

Nazif Ceylani der,  bu benim halim
Harama gitmesin kendi misalim
Okuyup çalışıp olmalı alim
Her  dertçe bize de ferman okur

Dünya Dinlerinde Dağ - Abdullah Demirci

DÜNYA DİNLERİNDE DAĞ*
Diana L. ECK
Çev.: Dr. Abdullah DEMİRCİ

Dağların anlamlı olduğu biçimler, farklılık göstermesine rağmen dağların dünya yüzeyindeki dini geleneklerin sembolik coğrafyasında önemli bir yeri vardır. Bazıları, bütün dünyaya merkez olan, evrensel dağlar olarak görülmüştür. Bazıları vahiy ve düşünce yerleri, ilâhi yerleşme yerleri olarak veya hatta dinin coğrafi ortaya çıkışları olarak seçkinlik arz etmiştir.

Dağlara yönelik tutumlar, genel olarak büyük ölçüde farklılık göstermiştir. Dağ zirvelerinin bulutlara ulaşmak için sadece birbirinin üzerine yığılmaları değil fakat gökyüzüne uzanmaları manası itibariyle M.Ö. 5.yüzyıldaki Hşieh Ling Yun M.Ö. 4-5.yy. ve M.Ö. 8-9. yy. Han-Shan gibi Çinli şairlerin dikkatini çekmiştir. Buna karşılık Batı'da bulutlara değen çıkıntılı dağ zirveleri imajı, daimi olarak olumlu bir sembolik değere sahip olmamıştır. Örneğin 16. ve 17.yy.larla Luther ve diğerleri, dağların yeryüzünü siğillerle, çiçek hastalığı lekeleriyle yaralayan ve tabiatın düşüşünün, bozuluşunun işaretini veren sadece selden sonraki başka bir tarzda hoş bir simetrik dünyanın ortaya çıktığı görüşündeydiler. 16.yy. İngiliz Yazar Edward Burnet'in görüşüne göre dağlar, sel sonrası oluşmuş dünyanın harabeleri, yani bir kaos ve parçalanmış yaratılışın bir işaretiydi. Bununla beraber 17.yy. sonlarında sonsuz estetikle Tanrı'ya giden hayal gücü olarak dağlar, muhteşemliği ve yüksekliği ile yeni bir takdir gördü. Devrin bir yazarı, Alplere olan cevabı şöyle açıkladı: "hoş bir dehşet, müthiş bir sevinç aynı zamanda da sınırsız derecede memnun oldum ve titredim" (quoted in Nicolson 1959 sf. 277)

Kutsal Merkez Olarak Kozmik Dağ: Gökyüzünü ve yeri birleştiren ve temel yönleri tesbit eden dünyanın merkezi olarak daha sıklıkla axis mundi (dünyanın merkez direği) olarak sık sık işlev görür. O, evrenin düzen ve kararlılığına merkez teşkil eden kozmik bir dağdır. (Bkz. Cencer of the World). Böylesi önemli dağlardan birisi Asyalıların-Hindu, Budist Jain'lerin çoğunluğunun dünyasına merkez olmuş mitik bir dağ olan Meru Dağı veya Sumeru'dur. Hindu kozmolojisine göre merkezde Meru dağından 4 lotus taç yaprağı, kıta'lar ve onların ötesinde de daha geniş evrenin 7 halka biçimli denizleri ve halka şeklinde kıta'ları yayılmaktadır.

Bir eksen olarak Mundi Dağı dünyanın ta altında kök salmıştır ve gökyüzü sahasına kadar yukarıya çıkmaktadır, orada Tanrı'nın ve bütün Tanrı'ların şehirlerini barındırmak için yayılmıştır. Enterasan bir şekilde Meru Dağı, Puranaların coğrafi metinleri için bir zirve oluşturmaz. Onlar Meru'nun hem onun tohum kupası prototipine ve hem de tepesinde bir çok Tanrıları barındıran çok dinli inanç için doğru olan dipdekinden daha geniş bir ölçüde tepede yer almaktadır. Meru, farklı renklerdeki (Varnas) 4 yana sahiptir ve 4 yönünden dağlarla kuşatılmıştır. Meru'nun yukarısında kutup yıldızı durmaktadır ve gündüzleyin güneş kendi tekerlekli arabasını dağın etrafında gezdirir. Gökyüzündeki Ganges, dünyaya inişinde ilk olarak Meru'nun tepesine dokunur ve ondan sonra yeryüzünü sulamak için 4 temel yönde akan dört nehre bölünür.

Dünya çevresinin veya Mandala'nın merkezi olarak Meru Dağı, dağı prototip olarak ele alan birçok Hindu tapınaklarında sembolik olarak tekrarlanmaktadır. Tapınağın Sikharası (tepe veya zirvesi) kutsal yerin mağara benzeri türeyiş odasının yukarısında yükselmekte ve dişli, yüzük biçimli amalaka ile örtülmüştür. Güneşin kendisi de göklerin bir sembolüdür. Dağ, ayrıca Budist Mabedinin mimarisinde tekrarlanmıştır. Bu mabet, (Stupa) dört yönünde ana kapıları ve tepesinde de gökyüzüne ulaşan (dünyaları) "bhumis"i işaret eden çok basamaklı direği olan kutsal bir kubbedir. Dağ sembolizmi, Sava'daki Borobudur Stupasında (mabedinde) en detaylı bir biçimde görülmektedir. Orada bir insan, sırasıyla zirveya ulaşmak için evrenin dokuz "bhumis"ini (dünyasını) sembolik olarak gezmektedir. Çin ve Japonya'da Stupanın düşey yönü pagodanın (tapınak) yapısında zayıflamıştır. Ve kutsal yerin kubbe biçimli tümülüsünün (höyük) üzerinde hakim olmuştur. Böyle olmasına rağmen uzak doğunun pagodaları stupanın temel dağ sembolizmini korumaktadır. Güneydoğu Asya'da Meru'nun bir çok kopyalarından birisi Bali adasının merkezinde bulunan büyük volkanik bir dağ olan Gunung Agung dağıdır. Bali'de bir baştan bir başa her bir tapınak dağ sembolizmini tekrarlamakta ve Meru diye adlandırılmaktadır. Tekrar onların dokuz çatılı katmanları gökyüzünü ve yeri birbirine bağlayan kozmik bağın dikey yönlerini işaret etmektedir. (Bkz. Cosmology, articles on Hindu and Jain Cosmologies and Buddhist Cosmology)

Meru gibi diğer dağlar da kozmik merkezler olarak görülmüştür. Hara dağı, eski Zerdüşt geleneğinin kozmolojisinde merkezi bir yere sahiptir. "Zamyad Yash"a göre, o yeryüzünün ilk dağıydı ve onun kökleri de diğer dağlarının kaynağıydı. Diğer kozmik merkezler gibi o, etrafında güneşin ve yıldızların döndüğü eksendir ve birçok diğer kutsal dağlarda olduğu gibi o gökyüzünden gelen suların kaynağı olarak düşünülmektedir. Japonya'da aralarında Fuji'nin en önemli olduğu büyük volkanik zirvelerin yeryüzünü ve gökyüzünü birleştirdiği düşünülmüştür. Fas'ta Berberilerin toprağında büyük Atlas sıradağları bazen gökyüzünün direği olarak adlandırılmaktadır. Çin'in çeyrek dağlarında ve Navajo'nun Encircled Dağında görülebileceği gibi dört katlı evrenin çeyreklerinde merkez olarak duran dağlar çoktur. Onların çevresinde dört zirve durmakta ve herbiri bir yön ve renkle tanımlanmaktadır.

Dağlar, herhangi bir kozmolojide herhangi bir merkez olarak düşünülmez. Fakat aynı zamanda hem yükseklik hem de sarsılmaz derinliğin kararlılığı ve sürekliliği imajını paylaşır. Psalms Kitabı (The Book of Psalms), dağların ve tepelerin "temelleri"nden bahseder. Yorubalar arasında mitler, tepelerin sağlamlığından ve böylece de onların koruma yeteneğini vurgular. Yorubalalar, "Kaya asla ölmez" manasına gelen "ota oki iku"yu söylerler. Doğu Afrika'da bir insan, "Kibo gibi kudretli, dayanıklı ol, hayır duasını alabilir. Kibo, Klimanjaro dağının zirvesidir ve Chagga insanları için güçlü ve onurlu olan herşeyin yönünü işaret eder.

Bunun benzeri, büyük bir sel esnasında sapa sağlam duran dağın bir çok geleneği bulunmaktadır. Türkiye'deki Ağrı Dağı, Hz. Nuh'un karaya ayak bastığı ve gemisinin de dinlenmeye çekildiği dağ olarak bilinir. Kuzeybatı Pasifik yerli Amerikan halkları arasında Rainier Dağı, sel sırasında sağlamlığın bir direği idi. Sierran dağlı arazilerindeki Peruluların mitleri, And Dağlarının yüksek zirvelerinin birkaçı için aynısını ifade etmektedir.

Meru'nun durumunda olduğu gibi gökyüzü ve yeryüzü arasında büyük bağ olarak dağ, mimari olarak da büyük ölçüde sembolize edilmiştir. Eski Mezopotamya tepesindeki yüksek tapınağı ve onun dibindeki alçak tapınağıyla yedi katlı Zikkurat, Tanrıların yeryüzüne inişini ifade emektedir. Teotihuacan'daki harabeler gibi Mezoamerikan medeniyetinin piramitleri, tören yollarında durmak için açık bir şekilde sıralanmıştır. Teotihuacan'daki Ay piramidi buna ilave olarak Cerro Gordo dağıyla birlikte dizilmiştir. Bu, onun çoğaltılmış şeklini sembolize etmektedir.

Vahiy ve Düşünce Dağları: Kozmolojide merkezi bir rol oynamayabilen bir çok dağ vardır. Bununla beraber bunlar Tanrı ve insan arasındaki güçlü temasın yerleri olmaktadır. Örneğin, Srilanka'daki Hz. Adem'in zirvesi veya Sri Pada'nın (kutsal ayak) tepesinde ayak izi olarak anlatılan büyük bir çukur vardır. Budistlere göre o, Buda'nın kendisinin ayak izidir. Bunun bir benzeri iz, Tayland'daki Phra Sat'ta bulunmaktadır. Hindular için o, Siva'nın izidir. Müslümanlar için Hz. Adem'in izidir; Hıristiyanlar için Havari Thomas'ın izidir. Her halükârda zirveye hayatı bir insanınkinden daha uzun olan biri tarafından basıldığı inancı, Hac yerinin zirvesine tırmanan dört dinin insanlarının hepsi tarafından paylaşılmaktadır.

İslâmi gelenekte, Hz. Muhammed'in vahyedilen Kur'anı işitmesi Mekke'nin etekleri üzerindeki Hira Dağı'nda olmuştur. Yakındaki Arafat Dağı'nda bütün bir hacı topluluğu, haccın 10. günü öğlenden güneş batışına kadar durur. Tanrı'nın önünde ve Arafat'ın çevresindeki kollektif durma, bu eylemi haccın en güçlü anı olarak düşünülmektedir. Hz. Musa'nın Yahova ile karşılaştığı Sina Dağı, Vahiy Dağı'nın en çarpıcı örneklerinden birisidir. Orada Yahova, Yahudilere ateş ve yıldırımıyla bir fırtına olarak veya zirveyi kaplayan bir bulut olarak gözükmüştür. Ve orada Hz. Musa ve ileri gelenler dağa çıkıp İsrail'in Tanrısını gördükleri zaman Yahova doğrudan doğruya ortaya çıkmıştır. (EX.24:10) Elohist ve Devteronomik geleneklerinde Yahova, Horeb Dağı'nda ortaya çıktı. Orada Musa, yanan çalıda Yahova ile karşılaştı. Ve orada Elijah, Tanrı'nın önünde durdu. Tanrı, kayaları parçalayan bir rüzgâr, ateş ve depremden sonra sakin, kısık bir sesle onunla konuştu. Ve İsa Peygamber, bazen Hermon Dağı olarak söylenen yüksek bir dağın tepesinde şeklini değiştirdi. Göz kamaştırıcı bir elbise içerisinde parıldayan bir yüzle Musa ve Elijah yanında bulunurken Peter, John ve James'e gözüktü.

Dağın tepesi bir vahiy mevkiidir. Onun yüksekliği hem gökyüzü inancını ve hem de yeryüzü üzerindeki geniş bir perspektifi sunmaktadır. Dağa tırmanış, bir çok yerli Amerikan geleneklerinde "Yamabushi" tırmanışlarında, Japonya'nın dağa tırmanışında açıkça görüldüğü gibi inanç ve gücü elde etme ile bağdaştırılmıştır. Her iki durumda da ruhsal ilhamı içeren biçim değişikliği dağ tecrübesinin bir parçasıdır. İşin erbabı olmayan bir hacı için bir şaman veya bir yeni üye için dağ tepesi hâlâ vecd düşüncesini sağlamaktadır. Büyük Çinli dağ şairi Han-Shan şunu söylemiştir: Tepenin zirvesinden yüksekte yüksekte/Her nereye bakarsam bakışta hiç bir sınır yoktur.

Tanrının İkamet Ettiği Yer: Yahudiler için Tanrı'nın ikamet ettiği yer, vahiyin gerçekleştiği Sina Dağı değildir. Fakat Kudüs'ün güçlü, kayalık dağı, Sion Dağı'dır. Ne ulvi, ne de dramatik olmayan Sion, tepe üzerinde bir şehir olan Kudüs'ün sağlam bir temeli idi. Burada Tanrı'nın insanların ortasında ikamet ettiği söylenirdi. Tanrı'nın ateş ve yıldırımla gözüktüğü korkutucu dağ tepesi bir kale dağının koruma ve güvenliğiyle yer değiştirmiştir. Kenan tepeleri; güçlü, yerel "baalim"in yüksek yerleriydi. Ve Zaphon Dağı, Yüce Baal Hadad'ın ikâmetgahı idi. Ras Shamra Ugaritic metinlerde Baal, kendi ikâmet yerini Tanrı Zaphon'un olan "benim dağımın ortasında, benim atalarımın dağı kutsal yerde, zafer tepesi olan seçilmiş noktada" diye tarif etmektedir. Zaphon'un geleneklerinin bir çoğu muhtemelen Sion ile ilintilenmiştir.

Belki de en erken dağ tepesi kutsal yerleri için kanıt, Girit'de M.Ö. 2100-1900 yılları arasında Orta Minoan döneminde bulunmaktadır. Orada Juktas Dağı'nda, Dikte Dağı'nda olanlar gibi zirve ve mağara kutsal yerleri tanrıçaya sunulan adakların deliliyle birlikte bulunmuştur. Yunan mitoloji geleneğinde inancı Olympus büyük ölçüde dağ tepeleriyle ilgili olan özellikle Zeus, tanrıların ikamet yeridir. Hermes, Apollo, Artemis ve Pan'ın da dağ tapınakları vardı.

Hem yerel, hem de büyük ölçüde bilinen tanrıların tepe üstü, dağ kutsal yerleri, Hindistan'ın kutsal coğrafyasında da önemlidir. Siva, "dağların tanrısı" Girisa diye adlandırılır. O, Himalayalardaki Kailasa Dağının üzerinde ikamet eder. Ve Andhra Pradesh'deki Sri Saila ve Himalayalardaki Kedara gibi bütün Hindistana yayılan dağ kutsal yerlerine sahiptir. Siva'nın karısı Parvati (Parvat) dağın kız evladıdır. Ve o da merkezi Kuzey Hindistan'da Vindhyavasini Gujarat'daki Girnar'da Ambika olarak sayısız yerel biçimlerdeki dağ tepelerinde ikamet etmektedir. Aynı şekilde Güney Hindistan'da Skanda Palni ve Tirutani de tepe üstü kutsal yerlere sahiptir. Ayyappan Kerala'da Sabari Dağı'nda ikâmet eder. Ve Sri Venkatesvara Tirupati'nin yedi tepesinde oturur.

Çin'de dört yön ve dört önemli bodhisatva ile birlikte bağlantılı görülen dört dağ vardır. Onlar arasındaki en önemlisi akıl bodhisatvası, Manjustri ile bağlantılı olan Wu-Tai Shan Kuzey Zirvesidir. İsa'dan önce 9.yy. Japon keşişi, Ennin, Wu-Tai dağını ziyaret ettiği zaman manastır, acemi hacıların yoğun faaliyette bulunduğu bir merkezdi.

Diğerleri güneydeki Chiu-Hua Dağı, batıdaki O-mei Dağı, doğudaki Chekiang kıyısının uzağında tepelik Pu-to Shan adasıdır. Dağlarla bağlantılı olan Bodhisatvalar, sadece mabetlerde görülmezlerdi fakat aynı zamanda insan biçimini alırlardı ve bir dilenci veya yol boyunca giden hacılara büyük bir keşiş olarak gözükürlerdi.

Bu dört Budist dağları grubuna ilave olarak Taoist geleneğin beş dağı vardır. Yine dağlar dört pusula noktasında yer almıştır. Honan Eyaletindeki Sung Shan da bir merkezi dağ kutsal yeri vardır. Shantung vilayetindeki Tai Shan, belki de beşinin en önemlisidir. Tepeye çıkan 7.000 taş basamak vardır. Orada Taoist mabedinin bitişiğinde yazılmamış fakat Tanrı sözü "ti"yi fade eden taş bir abide durmaktadır. Bu tablet üzerinde dağı onurlandırması beklenen şair, ihtişam karşısında sessizliğe bürünmüştür.

İlâhi Güçle Yüklü Dağlar: Japon gelenekleri bir çok dağ tanrılarını- Yamano Kami-leri tanımlamaktadır. Bir anlamda onlar dağ üzerinde ikamet etmektedirler fakat "Yamano kami"lerin gerçekten dağın kendinden ayrı olmadığını söylemek daha doğru olabilir. Japonya'nın fiinto geleneklerinde tabiatın ruhtan ayrılması yapay olacaktır. İlkbaharda Yamano Kami'ler dağlardan iner ve çeltik tarlalarının "ta no kami kami"si olurlar. Orada dikme, büyütme ve hasat mevsimlerine kalırlar. sonbaharda dağa dönerler. Kamiler, yer değiştirirken bile bulundukları tabiatın parçası olarak kalırlar.

Heian döneminde artan fiinto-Budist ortak düşüncesi ile Kami Dağı, Amida Buddha'nın biçimleri ve değişik bodisatvalar olarak görülmeye başlandı. Ve Shugendo dağ inzivası geleneği başladı. Japonya'nın önemli dağ kutsal yerleri arasında "Amida Buddha'nın saf toprağı" olarak tanımlanan Hoguro Dağı, Gassan Dağı, Yoshino Dağı, Omine Dağı ve Kumano Dağları vardır. Kô diye adlandırılan dini cemaatler, özel dağlara tırmanış için yerel ve bölgesel olarak organize olur. Tırmanış, dağın kendisinin ismini alır. (Fujiko, Kumanoko vs.)

Birçok yerli Amerikan geleneği, bu dağ ve ruh gücünün ayrılmazlığı duygusunu paylaşır. Kuzeybatı Pasifik insanları, örneğin masallarına sık sık şöyle başlar: "uzun zaman önce dağlar insan olduğu zaman..." şimdi Rainier diye bilinen Tacoma gibi dağlar geçmişin kudretli atalarıdırlar. Daha uzak güneyde dağların ilâhi kişileşmesi Popacatepetl'de ve Mexico veya Chimborazo'da onun eşi Iztaccihua'ta ve Ekvator'da onun eşi Tungurahua'da görülebilir. Chiapas'ın Zinacantecosları, onların kutsal tepelerinin etek ve zirvesindeki kutsal yerlerde bulunan hâlâ koruyucu ataları, babaları ve anneleri onurlandırır. İnkalar arasında gücün bölgeselleşmesi (lokalizasyon), huaca diye adlandırılır. Ve Cuzco'nun yukarısındaki büyük Huanacauri Dağı gibi dağlarda, taşlarda sıklıkla kendini gösterir.

Dağ, bir tapınaktır Güney Kaliforniya'daki Cuchama Dağı, "yaratılış yeri" olarak bilinir. Ve yerli halkların yücelttikleri dört yüksek yerden birisiydi. Tapınma ve üyeliğe başlatma töreninin hiç bir mabedi yoktu. Çünkü onun kendisi, tabiatın kendi mabediydi. Güney Hindistan'ın Tamil topraklarında aralarında Arunacala (fiafak Dağı) dağının da bulunduğu bir çok böylesi ilâhi dağların şaşırtıcı örneklerine sahiptir. Bu kutsal tepe Siva'nın akkor "hierophany"si olarak söylenir ve bir tapınakta olabileceği gibi etrafı hayranlıkla dolaşılır.

Hayat ve Ölüm: Hayat verici olarak dağlar, nehirlerin ve böylece bereketin kaynağıdır. Bu Japonya'da dağ ve pirinç tarlası "kami"nin ilişkisi ile açıklanmıştır. Fas'ta Atlas Dağı'nın güney tarafında meyvelerin kendiliğinden yetiştiği söylenir. Ve Mitik Meru Dağında ilâhi ağaçların filler kadar büyük meyve verdiği söylenir. Onlar düştüğü zaman nektar ırmaklarına dönüşür ve ilâhi sularla yeryüzünü sularlar. Peygamber Amos İsrail toprağından şöyle bahsetmiştir: "Dağlar tatlı şarap akıtacaklar ve o bütün tepelerden akacak. (Am.9:13)

Dağlar, sadece besleyen suların kaynağı değildirler. Fakat aynı zamanda yağmurların ve şimşeğin de kaynağıdırlar. Fırtına Tanrıları, çoğunlukla dağlarla birlikte çağrıştırılır:Zeus, Rudra/Siva, Ugarit'in Baal Hadad'i, İnkaların Catiquillası ve daha birçokları.

Hayatın sularının kaynağı olan dağlar, ölülerin ikâmetgâhı olarak veya ölüler için gökyüzüne giden yol olarak görülürler. Örneğin, Wyoming'in Shoshoni'leri arasında Teton dağları esas itibariyle ölülerin tehlikeli yeri olarak görüldü. Tepede gömmeyi gerçekleştiren Comanche ve Arapaho'lar benzer inançlara sahiptiler. Japon ağıt edebiyatı, ölülerin ruhlarının dinlenme yeri olan dağa bir çok atıfta bulunmaktadır. Bir tabut, bir dağ kutusu olarak adlandırılır. Bir gömme yerini seçme, dağı seçme olarak adlandırılır. Cenaze alayı, "biz dağa gideriz" diye söyler. Budist dünyasında baştan başa orjinal olarak Buda'nın kutsal emanetlerine ev sahipliği yaptığı söylenen stupa (mabed) içinde ölülerin küllerini barındıran minyatür bir ölçüyle sembolik bir biçim olmuştur.

Dağın Sürekliliği: Çağlar boyunca bir çok kutsal dağ, Mit ve haccın bir çok katmanlı geleneğini toplamıştır. Kudüs'teki mabet dağı  Moriah, güzel bir örnektir. İlk olarak, o eski Kenan (Filistin)'ın yüksek bir yeri, harman yeri, hasat hediyeleri için kutsal bir yerdi. Geleneğe göre İbrahim'in İsmail'i kurban etmesi orada oldu. Hz. Süleyman'ın büyük mabedi inşa etmesi ve Nehemiah'ın onu yeniden inşa etmesi orada oldu. Ve çok daha sonraları İslâmi geleneğe göre Hz. Muhammed'in Tanrı'nın tahtına olan mistik gece yolculuğunda (Mi'rac) yeryüzünden gökyüzüne çıkmaya başlaması da orada oldu.

Meksika'da Aztek Tanrıçasının tepesi Tepeyaç, Katolik geleneği yerel geleneklerin üzerine bindiği zaman "bizim Guadolupe Hanımefendimiz" hayaletin tam yeri oldu. Aynı şeklide Cholula'daki Quetzalcoatl büyük dağ biçimli piramidi, işgal sonrasındaki çağda bizim Remedios Hanımefendimizin mekânı oldu.

Japonya'da her ikisi de onların özel kamilerinin gücüyle yüklenmiş Koua ve Hiei Dağı, Budist döneminde Shingon ve Tendai geleneklerinin saygı duyulan merkezleri oldular. Sayısız böylesi durumlarda mitler ve gelenekler değişirken dağ, kutsal bir merkez olarak varlığını sürdürmüştür.

* The Encyclopedi of Religion. Ed. M.Eliade Vol.10 New York 1987 p.p. 130-134.

Gerede'de Kültür Müzesine Doğru - Abdullah Demirci

GEREDE’DE KÜLTÜR MÜZESİNE DOĞRU

“Kültür mirasımızı; bizi ve yaşadığımız yöreyi başkalarından farklı yapan özellikleri öğrenmek, bu ayrıcalığımızla kültürümüzü zenginleştirmek için tanımalıyız”                                   
Dr.Abdullah DEMİRCİ
abbdemirci@gmail.com
             E.Edebiyat  Öğretmeni

Türkiye’de coğrafi şartların çeşitliliği, halk geleneklerine, giyimine, barınmasına da yansır. Bunun sonucu Anadolu insanının yaşadığı yurdun dağlık, ovalık, bozkır, kıyı olmasına göre giyim kuşamı, tarım araçları, töreleri kısacası folkloru da çeşitlilik gösterir.

Gerede yöresinin kendisine, iklimine ve coğrafi şartlarına uygun konut tipleri (Şehir, Köy, yayla evleri),el sanatları ve üretim araçlarını yine tanıyıp bilmenin yolu onları müzeye taşıyıp, sergilemekten geçer.

Eğer hızla kaybolan veya kaybolmuş eski yaşantımızın örneklerini bu mekanlarda canlandırabilirsek, insanlara tarih bilinci kazandırabiliriz .Böylece insanımıza yaşadığı yerin, köklü bir kültürü barındırdığını öğrenme imkanı sağlanmış olur.

Bugün Safranbolu, Ürgüp, Göreme, Avanos, Beypazarı önemli turizm merkezleri olmuştur. Bunun sebebi bu yörelerin kültürel ve coğrafi özelliklerini korumuş ve tanıtmış olmalarıdır.

Bilindiği gibi Bolu Valiliğinin hazırladığı gelişme planında Gerede’nin bir sanayi ve turizm şehri olarak gelişmesi öngörülmektedir. Zaten Gerede,Gerkonsan tecrübesi ve dericilik sanayisi ile bu alanda bir birikime sahiptir. Organize Sanayi Bölgesindeki yatırımların artmasıyla da hatırı sayılır bir yere geleceğini umuyorum.

Özellikle kış sporları ve sağlık turizmi ile turizmin ilerleyeceğine; orman, yayla turizminin gelişmesi ile de Gerede’nin daha çok tanınacağına, gelişeceğine ve kazanacağına inanıyorum. Ancak bunun da bir sektör haline gelebilmesi için yatırıma ve yetişmiş iş gücüne ihtiyaç duyduğu açıktır.

Turizmin bir çeşidi de bugün artık kendini kültür turlarıyla gösteren kültürel turizmdir. Yani bir yöreyi gezen kişi, artık oranın sadece doğal güzelliğinin yanı sıra bölgenin kendine has maddi ve manevi değerlerini görmek, tanımak istemektedir. Yaygınlaşan televizyon, radyo yayınları sayesinde artık bırakın Türkiye’yi çıkan bir akım, müzik, moda aynı anda dünyaya yayılmakta, tanınmaktadır. Dolayısıyla insanlar, gitgide birbirine benzeyen, aynı yemeği yiyen, aynı müziği dinleyen, benzer giyinen bir dünyada farklılığı merak etmekte, ilgi duymaktadır.

Böyle bir gelişmede Gerede de kaybetmediği kendine özgü değerleri ile öne çıkmalı, bunu önce kendi sahiplenmeli ve bunu pazarlamalıdır. Bu da başkalarından beklenmemelidir.

Gerede’nin yöresel mutfağı, panayırı, halk müziği ve oyunları, ziyaret yerleri, tarihi eserleri kültür turizminin başlıca unsurlarıdır. Bunları tamamlayan ise geçmişten günümüze Gerede’nin tarih ve kültürünü sergileyen, mahalli özelliklerini yansıtan bir müzenin kurulmasıdır.

Kurulacak böyle bir müzede yörede geçmişte kullanılan giyim kuşam, tarım aletleri ve ürünleri, mahalli el sanatları (bakırcılık v.s.), yöresel mutfak ürünleri, dericiliğin gelişimi sergilenebilir. Geleneksel bir Gerede evinde günlük hayatın nasıl geçtiği canlandırılabilir. Böyle bir müzenin mesela eski Gerede Belediye binasında kurulması kültürle ,tarihi buluşturabilir.

Böyle mahalli bir müzenin kurulması ile öncelikle Gerede’nin yeni yetişen nesli yaşadıkları yerin sadece 21. yüzyılda yaşanan bir yer olmadığını, zengin bir tarihi, kültürel mirasa sahip olduğunu görecektir. İkinci olarak da Gerede’ye gelenler buranın iyi havası, suyu, doğal güzelliği olan ama aynı zamanda zengin bir tarihi mirası olduğunu keşfedecektir.

Ticari olarak düşünülmemesi gereken bu girişim, mutlaka Geredelinin desteğini alarak uygulanmalıdır. Çünkü bu müzeyi zenginleştirecek olan ve sahip çıkan yine Geredeli olmalıdır.

Bu yapılmadığı takdirde Gerede’nin ve Geredelinin elinde olan kültürel – günümüzde artık ticari de – olan ürünler kaybolacak, satılacak veya atılacaktır. Su akarken doldurulur misali etnogratik değere sahip malzemeler bir an önce derlenmeli ve böyle bir müzede sergilenmelidir. Aksi durumda bu parçaları bir daha bulamaz duruma düşeriz ve yarın çok geç olabilir.

Bunun maddi bir takım sorunları da olacağı düşünülerek sponsorlar bulunmalıdır. Her şeyi başkalarından beklemek yerine Gerede’nin imkanlarını kullananları veya Gerede’de kazandıklarını başka yerlerde harcayanları bu işe teşvik etmek görevimiz olmalıdır.

Günümüzde artık devletin yavaş yavaş bu tür hizmetlerden elini çekmekte olduğunu unutmadan sivil toplum kuruluşları bunun Gerede’nin geleceğine yapılmış bir yatırım olduğunu unutmamalıdır. Bu konuda en büyük destek ve öncülük görevi belediyeye düşmektedir.

Dr. Abdullah Demirci

Aşık Mustafa Hıfzı ve Hüseyin Şemsi Ergüneş - Abdullah Demirci

GEREDELİ BABA-OĞUL İKİ ŞAİR
Aşık Mustafa Hıfzı ve Hüseyin Şemsi Ergüneş 

Âşık Hıfzı’nın Biyografisi (1833 - 1927)
 Yazar: Abdullah DEMİRCİ |
GEREDELİ BABA-OĞUL İKİ ŞAİR...
Aşık Mustafa Hıfzı ve
Hüseyin Şemsi Ergüneş

Âşık Hıfzı’nın Biyografisi (1833 - 1927)
Asıl adı (Mustafa Hıfzı)’dır. Sadettin
Nüzhet beyin edebiyat antolojisinde
bir sehv neticesi olarak Mihalıççıklı olduğu
bildirilmişse de Gerede’nin Danişmentler
(halkın söyleyişiyle Taşmanlar)
köyünde doğdu.
Babası İsa efendi, 1833 yılında Mısır
valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim
Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Kütahya
civarında yapılan muharebede şehit
düşmüştür. Bu sırada Gerede’nin Mucumarlar
köyünden Havva Hanım Mustafa
Hıfzıyla hâmile bulunuyordu.

Mustafa Hıfzı, 1833 yılında Gerede’nin
bu köyünde bir şehit yetimi olarak hayata
gözlerini açtı.
Öğrenmeye karşı istidadı vardı, annesi
ve yakın akrabalarının da isteğiyle tahsil
hayatına başladı. Gerede’deki tahsil devresi
delikanlılık çağına kadar sürdü; bu
sıralarda annesini de kaybetti.

Yalnız kalan Mustafa Hıfzı’yı genç
yaşa evlendirdiler; fakat kısa bir zaman
sonra eşini de kaybdince artık Gerede’de
kalamamış, İstanbul’a gitmiştir.

Bir müddet sonra denizyolu ile
Selâniğe geçmiş, orada kendisine yapılan
bir tavsiye üzerine o zaman bir Türk şehri
olan Sofya’ya gitmiş, kendisinden nasip
almak üzere Sofya’da ünlü bir kişi olan Bali
Baba tekkesi şeyhi Ahmet Babaya bağlanmıştır,
bu tarihte 27. - 28. yaşlarındadır.

Âşık Hıfzı uzun zaman bu satın terbiyesinde
kalmış, kendisini beğenen şeyhi, kızı
Redife hanımı Mustafa Hıfzı’ya nikâhlamış
ve kendisine damat etmiştir; bu sıralarda 38
yaşlarında kadardır.

1872 yılında (Hicri 1288) Hüseyin Şemsi
adını verdikleri oğulları, daha sonrada bir
kız çocukları dünyaya gelmiştir.
Bu yıllarda bir hayli yaşlanan şeyh efendi
Âşık Hıfzı’yı kendine halef seçmiş, gerekli
emanetleri teslim etmiş, bir müddet sonra
da vefat etmiştir.
Buradaki vazifesine 1878 yılına kadar
devam eden Âşık Hıfzı, bu tarihlerde
Sofya’nın Bugarlar tarafından işgali sebebiyle
tekkeyi kapatmış, ailesiyle Köprülü’ye
hicret etmiştir.

Sofya ve civarında silahlanan Bulgar komitacılarının
Türklerin ev ve işyerlerine yaptıkları
baskınlar halkı rahatsız etmektedir.bu
arada Bulgar çeteleri Bâli baba tekkesini de
yakarlar, Aşık Hıfzı efendinin tekkede mevcut
divanı da bu yangında maalesef yanar,
kimi mecmualarda çıkmış olan bazı şiirleri
bu güne kadar gelebilmiştir. Kerbela hakkındaki
bir mersiyesinin son kısmı ise şöyle
bitmektedir.

Bu muharremdir zemin – ü âsuman ağlar bugün
Vakt-i matemdir muhib-bi hânedan ağlar bugün
Eşk-i hasretler döküpte tende can ağlar bugün
Aşıkanın dide-i giryanı kan ağlar bugün
Hasılı feryad edüp cümle cihan ağlar bugün,
Ağla Hıfzı aşk ile üftadeğan ağlar bugün
Bir azim fitne uyandırdı yezid-i bi-haya
Hadiselerin devam etmesinden duyulan
rahatsızlık dolayısı ile Mustafa Hıfzı
efendi ailesini toplayıp Sofya’dan ayrılarak
Köprülü, sonra da Ustrumca’da ikameti
ihtiyar etmiştir. Bu arada tekke de
yanmıştır.

Köprülü’de oğlu Hüseyin Şemsi efendinin
tahsiline gayret göstermiş, çocuklarını
evlendirmiş, onların anavatana gelmelerine
rağmen kendisi gelememiş ve 1927
yılında 95 yaşında olduğu halde, Üsküp
civarında Çeltikçi karyesinde (köyünde)
hayata veda etmiş ve orada defnedilmiştir.

Şiirlerini topladığı divanı, 1912 yılında
Balkan harbi hengâmesinde Köprülü’nün
Sırplar tarafından işgali esnasında yanmıştır.
Bu gün ancak bazı kasideleri ve
ilâhileri elimizde bulunmaktadır. Kuvvetli
bir şiriyete malik, aruz ve heceye hakim
bir şairdir. Şiirlerini daha ziyade aruz vezni
ile, çoklarını da kaside ve mesnevi tarzında
yanmıştır. Ehl-i beyte hürmet ve bağlılığını
zaman zaman tekrarlar.

Mutasavvıf - Şair
Hüseyin Şemsi Ergüneş
(1872 - 1968)
ERGÜNEŞ, Hüseyin Şemsi. Mutasavvıf
şair (Sofya 1872 – İstanbul 1968). Geredeli
Âşık Hıfzı´ nın oğlu. İlköğrenimini Sofya’da
yaparken şehrin Bulgarların eline geçmesi
üzerine babası ile beraber Köprülü’ye gitti ve
tahsilini burada tamamladı. Bu arada Şeyh Muhammet
Nur ile tanıştı. 1891 Yılında Usturumca
Düyûn-ı Umumiye Muhasebesinde çalıştı.

Tasavvuftaki derin bilgisi yanında Arapça ve
Fransızcayı da iyi bilen şair, telif ve tercüme
çok sayıda eser vermiş, ancak bunlar basılmamıştır.

Tasavvufi şiirleri Şemsî Divânı ismi ile
basılmıştır. (1976)
Son asrın yetiştirdiği değerli mutasavvuflar
dan Hüseyin Şemsi Ergüneş 1872 yılında
Sofya da , sonradan aşık lakabıyla tanınan
Geredeli Mustafa Hıfzı Efendi’nin oğlu
ve Bâli Baba Tekkesi post – nişini Ahmet
Babanın torunu olarak dünyaya geldi, annesi
Bâli baba tekkesi şeyhi Ahmet babanın kızı
Redife hanımdır.

Babası Mustafa Hıfzı, efendi Gerede’nin
Taşmanlar olarak tanılan (Danişmentler) köyünde
bir şehit yetimi olarak doğdu, babası
İsa efendi 1833 tarihinde âsi Mısır valisi tepedelenli
Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim
paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Kütahya
civarında yapılan savaşta şehit düşmüştür.
Bu tarihte annesi, Gerede’nin Mucumarlar
köyünden Havva hanım (Mustafa Hıfzı)’ya
hâmile idi.
Mustafa Hıfzı köyünde, tahsilini tamamladıktan
sonra tahsilini tamamlamak

GERKAV Gerede Kültür, Kalkınma ve Dayanışma Vakfı
Edebiyat Tarihi
Son asrın yetiştirdiği değerli mutasavvuflar
dan Hüseyin Şemsi Ergüneş 1872 yılında
Sofya da , sonradan aşık lakabıyla tanınan
Geredeli Mustafa Hıfzı Efendi’nin oğlu

ve Bâli Baba Tekkesi post – nişini Ahmet
Babanın torunu olarak dünyaya geldi, annesi
Bâli baba tekkesi şeyhi Ahmet babanın kızı
Redife hanımdır.
Babası Mustafa Hıfzı, efendi Gerede’nin
Taşmanlar olarak tanılan (Danişmentler) köyünde
bir şehit yetimi olarak doğdu, babası
İsa efendi 1833 tarihinde âsi Mısır valisi tepedelenli
Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim
paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Kütahya
civarında yapılan savaşta şehit düşmüştür.
Bu tarihte annesi, Gerede’nin Mucumarlar
köyünden Havva hanım (Mustafa Hıfzı)’ya
hâmile idi.
Mustafa Hıfzı köyünde, tahsilini tamamladıktan
sonra tahsilini tamamlamak
Aşık Mustafa Hıfzı ve
Hüseyin Şemsi Ergüneş
GEREDELİ BABA-OĞUL İKİ ŞAİR...
Hüseyin Şemsi Ergüneş’in
orta yaşlardaki bir fotoğrafı.
ERGÜNEŞ, Hüseyin Şemsi. Mutasavvıf
şair (Sofya 1872 – İstanbul 1968). Geredeli
Âşık Hıfzı´ nın oğlu. İlköğrenimini Sofya’da
yaparken şehrin Bulgarların eline geçmesi
üzerine babası ile beraber Köprülü’ye gitti ve
tahsilini burada tamamladı. Bu arada Şeyh Muhammet
Nur ile tanıştı. 1891 Yılında Usturumca
Düyûn-ı Umumiye Muhasebesinde çalıştı.
Tasavvuftaki derin bilgisi yanında Arapça ve
Fransızcayı da iyi bilen şair, telif ve tercüme
çok sayıda eser vermiş, ancak bunlar basılmamıştır.
Tasavvufi şiirleri Şemsî Divânı ismi ile
basılmıştır. (1976)
Asıl adı (Mustafa Hıfzı)’dır. Sadettin
Nüzhet beyin edebiyat antolojisinde
bir sehv neticesi olarak Mihalıççıklı olduğu
bildirilmişse de Gerede’nin Danişmentler
(halkın söyleyişiyle Taşmanlar)
köyünde doğdu.

Babası İsa efendi, 1833 yılında Mısır
valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim
Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Kütahya
civarında yapılan muharebede şehit
düşmüştür. Bu sırada Gerede’nin Mucumarlar
köyünden Havva Hanım Mustafa
Hıfzıyla hâmile bulunuyordu.
Mustafa Hıfzı, 1833 yılında Gerede’nin
bu köyünde bir şehit yetimi olarak hayata
gözlerini açtı.

Öğrenmeye karşı istidadı vardı, annesi
ve yakın akrabalarının da isteğiyle tahsil
hayatına başladı. Gerede’deki tahsil devresi
delikanlılık çağına kadar sürdü; bu
sıralarda annesini de kaybetti.
Yalnız kalan Mustafa Hıfzı’yı genç
yaşa evlendirdiler; fakat kısa bir zaman
sonra eşini de kaybdince artık Gerede’de
kalamamış, İstanbul’a gitmiştir.

Bir müddet sonra denizyolu ile
Selâniğe geçmiş, orada kendisine yapılan
bir tavsiye üzerine o zaman bir Türk şehri
olan Sofya’ya gitmiş, kendisinden nasip
almak üzere Sofya’da ünlü bir kişi olan Bali
Baba tekkesi şeyhi Ahmet Babaya bağlanmıştır,
bu tarihte 27. - 28. yaşlarındadır.

Âşık Hıfzı uzun zaman bu satın terbiyesinde
kalmış, kendisini beğenen şeyhi, kızı
Redife hanımı Mustafa Hıfzı’ya nikâhlamış
ve kendisine damat etmiştir; bu sıralarda 38
yaşlarında kadardır.

1872 yılında (Hicri 1288) Hüseyin Şemsi
adını verdikleri oğulları, daha sonrada bir
kız çocukları dünyaya gelmiştir.
Bu yıllarda bir hayli yaşlanan şeyh efendi
Âşık Hıfzı’yı kendine halef seçmiş, gerekli
emanetleri teslim etmiş, bir müddet sonra
da vefat etmiştir.

Buradaki vazifesine 1878 yılına kadar
devam eden Âşık Hıfzı, bu tarihlerde
Sofya’nın Bugarlar tarafından işgali sebebiyle
tekkeyi kapatmış, ailesiyle Köprülü’ye
hicret etmiştir.

Sofya ve civarında silahlanan Bulgar komitacılarının
Türklerin ev ve işyerlerine yaptıkları
baskınlar halkı rahatsız etmektedir.bu
arada Bulgar çeteleri Bâli baba tekkesini de
yakarlar, Aşık Hıfzı efendinin tekkede mevcut
divanı da bu yangında maalesef yanar,
kimi mecmualarda çıkmış olan bazı şiirleri
bu güne kadar gelebilmiştir. Kerbela hakkındaki
bir mersiyesinin son kısmı ise şöyle
bitmektedir.

Bu muharremdir zemin – ü âsuman ağlar bugün
Vakt-i matemdir muhib-bi hânedan ağlar bugün
Eşk-i hasretler döküpte tende can ağlar bugün
Aşıkanın dide-i giryanı kan ağlar bugün
Hasılı feryad edüp cümle cihan ağlar bugün,
Ağla Hıfzı aşk ile üftadeğan ağlar bugün
Bir azim fitne uyandırdı yezid-i bi-haya
Hadiselerin devam etmesinden duyulan
rahatsızlık dolayısı ile Mustafa Hıfzı
efendi ailesini toplayıp Sofya’dan ayrılarak
Köprülü, sonra da Ustrumca’da ikameti
ihtiyar etmiştir. Bu arada tekke de
yanmıştır.

Köprülü’de oğlu Hüseyin Şemsi efendinin
tahsiline gayret göstermiş, çocuklarını
evlendirmiş, onların anavatana gelmelerine
rağmen kendisi gelememiş ve 1927
yılında 95 yaşında olduğu halde, Üsküp
civarında Çeltikçi karyesinde (köyünde)
hayata veda etmiş ve orada defnedilmiştir.

Şiirlerini topladığı divanı, 1912 yılında
Balkan harbi hengâmesinde Köprülü’nün
Sırplar tarafından işgali esnasında yanmıştır.
Bu gün ancak bazı kasideleri ve
ilâhileri elimizde bulunmaktadır. Kuvvetli
bir şiriyete malik, aruz ve heceye hakim
bir şairdir. Şiirlerini daha ziyade aruz vezni
ile, çoklarını da kaside ve mesnevi tarzında
yanmıştır. Ehl-i beyte hürmet ve bağlılığını
zaman zaman tekrarlar.

Âşık Hıfzı’nın Biyografisi (1833 - 1927)
Mutasavvıf - Şair
Hüseyin Şemsi Ergüneş
(1872 - 1968)

27
Gerede Bülteni Haziran 2011
Edebiyat Tarihi
için İzmir’e müteveccihen yola çıkmış bir
ara Turgutlu’da bir miktar ikamet ten sonra
mânevi sahada bağlanmak istediği zatı bulmak
için Selanik’e gitmiş ve orada bir zat
‘a bağlanarak bir müddet hizmetinde bulunmuştur.
O efendinin “oğlum senin nasibin bizde
değil , Sofya da Bâli baba tekkesi şeyhi
Ahmet babadadır oraya git” emrine icabetle
Selanik’ten Sofyaya gitmiş ve Ahmet Baba
ya bağlanmıştır.İhlası,bağlılığı ve her haliyle
arkadaşları arasında temayüz etmiş ve bir
müddet sonra efendinin kızı ile evlenerek
Ahmet babanın damadı olmuştur,Mustafa
Hıfzının bu evlilikten biri genç yaşta vefat
eden 3 kızı ve oğlu Hüseyin Şemsi dünyaya
gelmiştir,tarih hicri 1288 miladi 1872 dir.

1877 – 1878 Osmanlı Rus harbi sıralarında
ilk tahsiline Sofya’da başlayan Hüseyin
Şemsi bu hadiseleri hatırlayacak yaştadır,
Hüseyin Şemsi tahsiline Köprülü’de,
sonra da Ustrumca da devam etmiştir, ayrıca
babası Mustafa Hıfzı Efendi tarafından da
tasavvufi bilgilerle yetiştirilmiştir.

13 yaşları civarında babasının o zamanlarda
pek geçerli olan kan kardeşliği - ahiret
kardeşliği dolayısı ile amca gibi gördüğü
Ustrumcalı Hacı Faik bey vasıtası ile kendisinde
büyük tesir meydana getiren büyük
üstat Muhammed Nur-Ül –Arabi’yi tanımış
tahsilinin müsadesi nispetinde tekkeye devamı
başlamıştır.

Güzel bir sese mâlik olması itibari ile
tekkenin ilâhi grubuna alınmış artık tekkenin
bir uzvu olmuştur. Bu arada Muhammed
Nur’dan kendisinin de resmen ihvanlığa kabulunu
istemiş, Muhammed Nur kendisine
zikr talim ederek ihvanlar arasına katmış,
ama makamat için tahsilini tamamlamasını,
bir vazifeye girmesini ve evlenmesini tavsiye
etmiştir. Bu suretle yolda intisabı Muhammed
Nur Hazretleri’nedir.
Tahsiline devam ettiği bu müddet zarfın
da tekkeden ve Muhammed Nur’un sohbetlerinden
ayrılmamıştır, Muhammed Nur yaşlılığı
dolayısıyla 1300 hicri tarihinden itibaren
tekkeyi kendi imkanlarıyla inşa ettiren ve
kendisi de bu vadide bir değer olan Hacı Faik
beyi Ustrumca tekkesine şeyh nasb etmiştir.
Amca mesabesinde olan Hacı Faik beyin de
tasvibi ile tekkeye devamı daimi olmuştur.

Sofya’da devam eden olayların rahatsızlığı
ve tekkenin yakılması ile irşat görevine
devam edememesi dolayısıyla Ustrumca’ya
göç eden Mustafa Hıfzı efendi, orada bir tekke
açamamış, yolunun mensupları ile kendi
hanelerinde biraraya gelebilmişlerdi. Fakat
Mustafa Hıfzı efendi kendi tarikatının piri ve
mürşidi olmak itibariyle değerli bir zat idi,
bir çok kimse Ustumramca’da kendisini tanımışlar
ve takdir etmişlerdi .
Usturumca tekkesi şeyhi Hacı Faik Bey
de Mustafa Hıfzı efendiyi tanımış , dostlukları
ilerlemiş ve o zamanlarda geçerli olan
ahiret kardeşliği ile bağlarını pekiştirmişlerdi.

Hüseyin Şemsi efendinin Hacı Faik beyi
bir amca gibi görmesi bu sebeple idi.
Muhammed Nur Hazretlerinin 1305 hicri
de vefatı sıralarında Hüseyin Şemsi 17-
18 yaşlarındadır, bir müddet sonra tahsilini
tamamlamış o zaman gözde bir değeri olan
düyun-u umumiye muhasebe kalemine kabul
edilmiş ve evlenmiştir bu suretle Muhammed
Nur Hz. tavsiyesi yerine getirilmiştir,
bu arada tekkenin idaresi Muhammed Nur
Hz. lerinin vefatından evvel kendi sağlığında
tekkenin şehliğine nasb ettiği Ustrumcalı
Hacı Faik bey tarafından yürütülmektedir.
Hüseyin Şemsi Efendi Hacı Faik beye müracaatla
ilk tevhit basamaklarını, tevhid-i ef’al
ve tevhid-i sıfatı kendisinden almış, Hacı
Haik beyin misafir olarak bulunduğu Selanik
de hicri 1319 miladi 1901 yılında vefatı üzerine
tevhit basamaklarının son mertebesini
Muhammed Nur’un oğlu Hacı Şerif Efendiden,
Beka mertebelerini de Muhammed
Nur’un torunu Hacı Kemal Efendiden almış
bu suretle seyr-i sulükünu tamamlamış bilahare
hilâfet almıştır.

Hacı Faik Beye intisabı 1311-1312’de
olduğuna göre intisabında 23 yaşları civarındadır,
buna göre tahsil müddetinin uzunca
bir zaman devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu
devir Osmanlı devletinin birçok badirelerle
uğraştığı bir devredir. Bu arada 1897 yılında
Yunanistan Girit adasına bir milis gücü göndererek
adada karışıklık çıkarmış ,bu çeteler
bir kısım Türk ve Müslüman halkı katletmişler,
adayı yunan kralı adına Yunanistan’a
ilhak ettiklerini ilan etmişler ve Rumelide
Osmanlı sınırına saldırmışlardı .
Halk arasında (Yunan harbi) denilen ve
sonunda Osmanlı Devleti’nin galibiyetiyle
neticelenen savaş başladığında henüz 25 yaşında
olan Hüseyin Şemsi efendi de askere
alınır , savaşta gösterdiği gayret ve fedakarlık
takdir edilerek kendisine resimde görülen
berat ve beratta bildirilen nişan verilmiştir.
Bu devirde Rumeli’de yer yer isyanlar
meydana gelmektedir. 1908 de ikinci meşturiyetten
bir müddet sonra Osmanlı İmpara-

Dr. Abdullah DEMİRCİ

torluğunun yıkılmasına sebep olan hadiseler
arka arkaya vukua gelmeye başladı, bu arada
1912 de Balkan devletleri anlaşarak Osmanlı
devletine harp ilan ettiler (Balkan harbi)
Rumeli de Osmanlı hakimiyeti sona erdi,
Balkan harbi dolayısıyla Rumelinin elden
çıkması neticesinde 1912 yılında Hüseyin
Şemsi Hazretleri vazife ile Bursa’0ya nakil
edilmiş, dolayısıyla ailesi ile anavatana dönmüş
bir müddet sonra İstanbul’a merkeze tayin
edilmiş, teşkilatın lağvına kadar görevine
burada devam etmiştir.
Teşkilatın lağvı ile 1927 yılıda erken yaşta
emekliye ayrılan üstat, başka bir vazifeye
talip olmamış hepsi bir değer olan ve adedi
50 civarında bulunan eserlerini bu zaman
içersinde tamamlamıştır. İlk evliliğinden 3
oğlu olmuş ve memlekete dönüş esnasında
menlik civarında geçtikleri bir köyde ailesi
sırp çetecileri tarafından katledilen sahipsiz
bir kız çocuğunu evlat edinmiş, ilk eşinin vefatı
dolayısı ile ikinci bir evlilik daha yapmış
bundan da 3 oğlu daha olmuştur.
30/01/1968 tarihinde bu âlemi terk etmiş
İstanbul Edirnekapı şehitliğindeki makberesine
defnedilmiştir.

TELİF VE TERCÜME ESERLERİ
80 yıla yakın tasavvuf hayatı olan merhumun,
hepsi tasavvufa dair olmak üzere (çoğu
tercüme ) 50 kadar eseri vardır; divandan ve
mektûbattan gayrisi tabedilmemiştir.

Başlıca telif eserleri :
1- Hazinet-ül hakayık
2- Divan
3- Mektubat
4- Sohbetler
5- Fatiha şerhi
6- Nasihat
7- Yunus’un (severim ben seni )ilâhisinin
şerhi

TERCÜMELERİ
8- El mecalizzehra alessalât-il Kübra tercümesi
9- Vâridat şerhi tercümesi
10- Tuhfet-üs sefere ilâ hazret-il berere

tercümesi
11- Kitab-ül bâ risalesi tercümesi
12- Bürhan-üs salikin tercümesi
13- Meşâhid-üt tevhit tercümesi
14- Natamam olan Niyazi divanı şerhinin

itmamı

15- Risâle-i necmeye şerhi tercümesi
16- Kitâb-ül mağrefe tercümesi
17- Fütuhattan esma-i hüsna şerhi tercümesi
18- Bi-nüshat-il halk tercümesi
19- Şeceret-ül kevn tercümesi
20- Mevaki-ün nücum tercümesi
21- Risale-i ehadiyye tercümesi
22- Tuhfet-ül mürsele tercümesi
23- Hadis-i erbain şerhi tercümesi
24- Elkehf-i verrakim fi şerh-i
Bismillâhirrahmanirrahim

Edebiyat Tarihi
25- Risale-i gasviyye terc.(A.Geylani)
26- Risale-i Veliyi Reslân
27- İnsan-ı kâmilin levh-i mahfuz kısmı
şerh ve tercümesi
28- Nehcül belâga’nın 3.ncü kısmı tercümesi
29- Mühr-ü nübüvvet hakkındaki bir
manzumun tercümesi
30- Ayet-el kürsi şerhi tercümesi
31- Hu’nun hakikati (muhiddin ve
sadreddin’in beyanlarından tercüme)
32- Necm suresi mirac’a dair ayetlerin

şerhinin tercümesi
33- Duha suresi şerhi tercümesi
34- Kadr suresi şerhi tercümesi
35- Maün suresi şerhi tercümesi
36- Kevser suresi şerhi tercümesi
37- Felak suresi şerhi tercümesi
38- Nas suresi şerhi tercümesi
39- Fatiha-i şerif muhtasar şerhi tercümesi
40- Hümeze suresi şerhi tercümesi
41- Fütuhat-ı Mekkiyeden insan-ı kâmil
tercümesi
42- İblis ile mükâleme tercümesi
43- Fütuhattan kunut hakkındaki beyanların
tercümesi
44- Delâili hayrattan bazi salâvatların
tercümesi
45- Ashaptan (selemi) ye talim edilen 19
ismin şerhi ve tercümesi
46- Bi-lügat-il gavas tercümesi
47- Küçük çapta bazı açıklamalar
48- Cemâleddin-i halvetinin âyetel-kürsi
şerhi tercümesi
49- Kitâb-ür Reşât fil mebde-i vel meâd

tercümesi
HÜSEYİN ŞEMSİ HZ.’NİN
DİVANINDAN ALINMIŞ
3 ADET İLAHİSİ

LVIII
Yâ Resul – Allah cemâlinden ziya ister gönül
Yâre-i kalbe visâlinden şifa ister gönül
Ru-siyâhım kalmışım, muhtâc-ı affım çaresiz
Ben garibe ,düşküne lütf-ü âtâ ister gönül
Yolda kalmış teşneyim âb-ı hayatından baid
Câm-ı feyzinden içir , senden sekaa ister gönül
Sen şefâât kılmasan ,varlık bizi imha eder
Zulmet-i nefse müessir, bir rehâ ister gönül
Şemsi yi girdâb-ı isyandan halâs et yâ rahim
Câm-ı aşkı nûş edenlerle lika ister gönül

XXXIII
Medet ey fahr-i âlem kâinatın Şems-i tâbânı
Şefâat mâdeni bu ümmete Allâhın ihsânı
Senin nurundan aldı varlığın encum, kamer, eflâk
Onun’çun şânına Levlâk denildi ey kerem kânı
Hülâsa bâis-i icâd-ı âlemsin senin’ çün Hak
Yarattı arş-ü ferşi , hâsılı bilcümle ekvânı
Kapında bende olmak, devlet-i dâreyne râcihtir
Yeter bir nim niğâhin, bizlere eltâf-i sübhânı
Bürehne pây-ü ser durduk, kapına ey büyük melce
N’olur reddeyleme ey ümmetin hâmi-i zi-şanı
Eğer tufan-ı isyandan necât olmazsa şâhımdan
Biz âsi ummetin bilmem n’olur hâl-i perişanı
Bütün medhiyyeler bir katredir bahr-ı kemâlinden
Yüce şânında Hak medhiyye inzâl etti Kur’ânı
Senin vasfinda tâbirat-u elfaz, dil, kalem âciz
Değil Şemsi seni hiç kimse bulmaz medhe
imkânı

LXV
Biz Melâmi meslekiz , sultanımız Nurdur bizim
Aşinây-ı vahdetiz seyrânımız nurdur bizim
Biz cemale âşıkız yoktur sivâya meylimiz
Tam tecerrut ehliyiz , ünvânımız nurdur bizim
Çünki biz ağyârı hep sürdük çıkardık aradan
Şimdi can iklimi nur , cânânımiz nurdur bizim
Biz ezel sahbây-ı zâtı nuş eden âşıklarız
Ol sebepten câmımız reyyanımız nurdur bizim
Hamd-ü-lillah açtı Hak Şemse hicâb-ı zulmeti
Nura çıktık , şimdi her âvânımız nurdur bizim

Kaynakça :
Şemsi Divanı, Haz. Muhiddin Ergüneş, Ankara
1976.
www.semsidivani.com

 Dr. Abdullah Demirci

Kara Kız Masalı - Abdullah Demirci

KARA KIZ MASALI

Bir varmış, bir yokmuş. Bir köylünün kara kız adında bir ineği varmış. Bu inek çok süt verirmiş. Bu köylü bir gün dar duruma düşmüş. Bu yüzden sahibi olduğu Kara kız’ı satmak zorunda kalmış.

Ahıra gitmiş, Kara kız’ın yanında kendi kendine dövünüyormuş. Kara kız sahibinin dediklerini duymuş ve ona demiş ki :

- Ben sana süt veriyorum, yağ yapıyorsun, peynir yapıyorsun. Benim bu iyiliğimin karşılığını satmakla mı ödüyorsun?

Sahibi dediklerini anlamış. Ve ona düştüğü zor durumu anlatmış. İnek bunu anlayışla karşılamış. Sabahleyin sahibi ineği pazara götürmüş. “250 Liraya satıyorum” diye bağırmış. Bir adam ineğe, “Aç ağzını, dişlerine bakayım” demiş. İnek, ağzını açmış adam elini sokunca Kara Kız adamın elini ısırmış, adam, “ Ben bu ineği almam” deyip gitmiş. Bir adam gelmiş, Kara Kız’a “ayağına bakayım” demiş. Kara Kız adamı tepmiş. Adam, “Bu ineği almam” deyip vazgeçmiş. Akşam olmuş köylü ineği olan Kara Kız’ı satamamış. Onu evine götürürken ipi elinden kaçmış. Kara Kız da bir ormana kaçmış. Köylü, kendi kendine “Keşke satmasaydım” diye dövünüyormuş. Kara Kız ormanın içinde sessizlikte “Beni kurt, ayı yer” diye korkuyormuş. Bu korku esnasında kafasını bir ağaca vuruyormuş. Ağaçtan “tık tık” diye sesler gelmiş. Kara Kız ağacın boşluk olan yerine bakınca bir sandık görmüş. Onu dışarı çıkartıp boynuzuyla açmış. İçindekilerinin altın olduğunu görüp boynuzuna takarak sahibinin evine dönmüş. Kara Kız eve varıncaya kadar sabah olmuş. Kara Kız’ın sahibi bahçedeymiş. Kara Kız’ı görünce sevinmiş. Kara Kız’ın taşıdığı altın dolu sandığı görmüş ve ona “Ölsem bile bir daha seni hiç satmayacağım” demiş.

Dr. Abdullah Demirci

Fehmi Bilen Hakkında - Abdullah Demirci

YAŞAM ÖYKÜSÜ (SÖZLÜ TARİH)
FEHMİ BİLEN (1922 – 2004)
Dr. Abdullah Demirci

Köyde dedeleri hatiplik görevi yaptığı için Hatipgil diye anılan Fehmi Bilen, 1922 yılında eski adı Avşar – ı  Evvel olan Bolu’ya bağlı Gerede’nin Birinci Avşar köyünde doğdu. Babasının adı Ahmet, annesinin adı Feride dir. Çocukluğu ve gençliği  köyde geçmiştir. 1942 – 1945 yıllarında askerliğini İstanbul’da muhabereci olarak yapmıştır. Yine bu dönemde marangozhanede çalışarak daha sonra ekmeğini kazanacağı mesleği öğrenmiştir. 1 Şubat 1944 Gerede depreminde köye izinli gelmiştir. Bu deprem, köyde fazla hasar bırakmamıştır ama ilçede can kaybıyla da sonuçlanan hasarlar bırakmıştır.

1950’li yıllarda köyündekilerin çoğu gibi o da ekmeğini Ankara’da aramış, buradaki marangoz atölyelerinde çalışmıştır. Fakat köyle de irtibatını kesmemiştir. 1960’lı yılların sonunda ailesi ile Ankara’ya yerleşmiş ve burada bir marangozhane kurmuştur. Ömrünün son yıllarına kadar burada çalışmıştır. Üç kız evladı ve bunlardan 10 torunu olan Fehmi Bilen, 25 Mayıs 2004 tarihinde Ankara SSK hastanesinde hayata gözlerini kapamış ve ertesi gün doğduğu köyde toprağa verilmiştir.

1993 yılında kendi anlattığı hayat hikayesi teybe kaydedilmiş, daha sonra banttan yazıya aktarılmıştır.   
                                                                                                                 Abdullah DEMİRCİ

KENDİ AĞZINDAN FEHMİ BİLEN’İN ÇOCUKLUK VE GENÇLİK DÖNEMİ

1922 yılında Bolu’ya bağlı Gerede’nin Birinci Avşar Köyü’nde doğdum. Dedelerimizin köye ne zaman geldiğini bilmeyiz. Babamın babasının babasına –köydeki eski mezarlıkta yatan –Ahmet Ağa deniliyor. Köye ilk defa onlar gelmişler. Köyde arazi zaptetmişler, sonradan öbür komşular gelmiş ve köyü kurmuşlar. Elagil, Erenler, Mühürdaroğulları, İmrahoroğulları... Böylece köy meydana gelmiş.

Dedelerimiz harpten sonra köye gelince, Atatürk zamanında medreseler yapılmış. Fakat bu medreseler üç sene sonra kaldırılmış. Bu medreselerin yerini dedem verdi. Daha sonra büyük okul yapılmış. Medreseden çıkan en iyi hoca İbrahim Hoca. Daha sonra yapılan okula birkaç köyden öğrenciler geliyordu. Biz de o okula gittik, benden önce kardeşim Naciye de gitti. Fakat o, benden daha az gitti. Kabaklarlı Hasan Fehmi’de okuduk. Üç sene sonra bu öğretmeni başka yere tayin ettiler. Okul iyiydi, üç köyün talebesi vardı. Toplam 50-60 kişi iki sıra birinci sınıf olmak üzere. Daha sonra Ahmet isminde bir hoca daha geldi ve o bizim köyden birisiyle evlendi. Süleyman, Cemalettin, Kuşgilin Terzi iyi konuşan kimselerdi.

Düğün köy evinde oldu. Düğünden önce Gerede’ye gitti, baklava ve şekeri vs. hazırdı. Ertesi gün gelin gelecek. Derken bizim köyün delikanlılarından birkaçı eve girip baklava ve şekerlerden yiyorlar. Öğretmen gelince evi karışmış buluyor, baklavayı yenmiş görünce “ baklavaaa” diye bağırmış. Bunu köyde böyle anarlardı. İşte o öğretmen, bizi mezun etti. O okul daha sonra kapandı, nedense öğretmen vermediler. Ondan sonra bizim köyün çocukları Kazanlar’a gitti. Benden sonrakiler orada okudular.

Sonra biz de büyüdük, kardeşim Fevzi ve Naciye vardı. Ondan sonra biz rençberlik yapmaya başladık. O zamanlar tarlalarda kara sabanla çok çift sürdük, değirmene gittik. Bu, su değirmeni idi. Değirmene herkes buğdayını götürür, un yaptırırlardı. O zamanki bu değirmenler çok meşhurdu ve bunlardan çok vardı. Umut Köy’ün köprüsünün altında –Şeker Ana denirdi- bir değirmen vardı.Kesiren değirmeni çok iyiydi.Dört ocaklıydı,kuvvetliydi,unu çok öğütürdü. Babam rahmetlik o zaman dedem ölünce ihsan dayının babası benim halamla evli olmasından dolayı oraları yarı yarıya ekmiş.Dedemin    kardeşleri “Bu bir oğlan ,niye yarısını ekiyor.“diyerek babama hisselerini vermişler.Babam o zamanlar 1750-1800 lira borçlanmış.Borçlanınca demişler ki ”Hatip battı,borcu ödeyemez.”...Değirmen o zamanlar iyi çalışırmış,rahattı,herkes kışa girerken 30-40 teneke adamına göre un öğütürdü.Değirmenden  biz çok istifade ettik,iyi oldu.Mesela tarlalarda ekim olmadığı zaman değirmenden kesene gelirdi.O,kurtarırdı bizi.Babam,1938’lerde borçlardan daraldı ve değirmeni satacak oldu.Hiç iş yoktu.Para yoktu herkes  borçlanmıştı.Ödenmiyordu zaten batma durumundaydı.Büyükler babama ”Değirmeni satma,değirmen her şeyden iyi” dedi.Babam daha sonra vergi borçları için değirmeni 90 liraya satmak istemiş fakat değirmeni alacak olan 45 liradan fazla vermeyince kalmış.

Kardeşim Fevzi,kendi ekinimiz diye buğdayımızı en sonra öğütürdü,müşteriler gitmesin diye. Herkesin işi bitince karlı havada biz de unu öğütürdük.Cumartesi günü babam Fevzi’ye dedi ki rahmetlik,”(o oluktan su sızınca don oluyor, poyre denir,şöyle delik açılır, orada elli santim don oluyor .)”Oğlum sen git o buzu kır”.Onun için de çarkın arkasına yatıp da  kırmak gerekiyordu.Orada Fevzi 3-4 saat buzu kırmak için kaldı.İşi bitince eve geldi,”hastayım” dedi.Ben de o, hasta diye akşamleyin “Damı ben kürüyeyim.”dedim.Tabii kürürken elim dönüveriyordu.Fevzi gelip ”ver ver gıcık köpek” dedi ve damı o kürüdü,derken eve geldik yattık.Fevzi de yattı. O cumartesi Fevzi hastalandı,ertesi cumartesi de öldü. Naciye ondan sonra öldü. İşte ondan sonra biz üç kişi kaldık. Annem,babam ve ben. Ben askere gitmeden önce annemin annesi öldü.Naciye de ben askerdeyken öldü.

Askerden geldik.Şehre merkeple gidilirdi.Panayırlar olurdu. Herkes,panayıra gideceğim diye sevinirdi,hazırlanırdı.Panayırda herkes ihtiyacını görür,mal satar,kimisi keş,yağ,peynir satar.Biz buğday satardık.Çocuklar da gezmeye giderdi,eğlenirlerdi.Kız kardeşim,bana gömlek dikerdi ve panayıra sevine sevine giderdik.Babam bize yirmi beşer kuruş verirdi.Biz gezerdik.O paraya düdük alırdık.O gün gelirken,düdük aldığımız için eve sevinerek gelirdik.Eve gelince kapıdan girerken o düdükleri hemen çalardık annem de bunları görüp “ne güzelmiş bunlar” derdi.Biz okuldan çıkınca çocuklar resim çektirmek için gittiler der.Ben geç kalmışım.Ben de işte ondan sonra Gerede’ye yalnız gidiyorum.Yazı köy’ü geçtim baktım ki bir kamyon geliyor.Böyle yüksek bir kamyon ve kamyon üzerine devrilecek korkusuyla taa tarlaların içine kadar kaçtım.O zaman araba fazla yoktu.Yoldan günde en fazla 2-3 araba geçerdi.Sonra Gerede’ye gittim.Benim canım sıkkın tabi, yalnızım.Daha sonra fotoğrafçıya gittim,akşamleyin eve geldim.Fevzi sağken bazen biz iki çift öküzle saman satmaya giderdik Gerede’ye.Samanın kurusunu seksen kuruşa falan satardık(1935).Bir de annem gitmiş saman satmaya. Fevzi,çitin birisini satmış, anneme de demiş ki “bak seksen kuruş verirlerse sat”.Birisi gelmiş,”teyze, ben seksen beş kuruş veriyorum ,bana bu samanı sat “ demiş.Annem de “yok seksen beş olmaz seksen kuruşa satarım” demiş.Fevzi’yle birlikte yine saman satmaya gittik Fevzi , helva almış samanı satıp köye dönerken Fevzi beni çitin içine koydu.Bana o helvayı verdi ve bana “Bunu yiyeceksin” dedi .Ben de “Hepsini mi yiyeceğim?” dedim.O da “Hepsini yiyeceksin” dedi.O  helvayı bir yedim ki... .Derken Fevzi öldü.Ben askere gittim.

O zamanlar askerlik 43 aydı.Annem verem olmuş.Askerler önce Gerede’ye gidiyorlar ondan sonra da askerliği yapacağı yerlere gönderiliyordu.Biz de geç kaldık oradan İsmetpaşa’ya kadar üç kişi beygir tuttuk.İsmetpaşa’ya vardık.Oradan bizi hayvan vagonlarına bindirdiler.İstanbul’a gideceğiz.Neyse Ankara’ya geldik.Bizim odalarımıza mum verdiler.Oradan İstanbul’a gittik.Sirkeci’ye vardık.Sirkeci’den bizi Boğaziçi’ne gönderdiler.Ben o zamanlar zayıftım,hasat olmuşum,benzimin rengi ben beyaz olmuş.Yüzbaşı,”Oğlum,sen hastasın” dedi.Ben,”Yok hasat değilim” dedim.İki üç kere seni doktora gönderelim diye ısrar etti. Bize yatak kılıfı verdiler.Biz tahta üzerinde,bir metre yerde beş kişi yattık.Neyse derse girdik,hasta  olduğum için gözüm de çapaklanmış.Çavuş,”Oğlum sen hastasın,liste alıp hastaneye gitsene” dedi.Ben,”Ne listesi?” dedim benim bilmediğimi anladı ve ”Sen sabahleyin benim yanıma gel.” dedi. Listeyi yazdı, doktora gittim. Benim hastalığım geçti.

O zamanlar ben muhabereciyim, mors harflerini yazıyorum. Başkaları bu harfleri bilemeyince dayak yiyor. Bir gün Dörtdivanlı Eşref arkadaş vardı. Bu harfleri ben aldım tabii, o alamadı. Çavuş, “ Git ona tokat at” dedi. Ben attım. Arkadaş diye yavaşça vurdum. Çavuş yanıma geldi “tokat öyle atılmaz” dedi. Eşref’e bir tokat attı ki gözlerinden şimşek çıktı. Daha sonra kestane ağaçlarını biçmek için adam aramışlar. Eskişehir’li Ali Üydür vardı. Bu, “ ben yaparım” demiş. Halbuki hiç bilmiyor. Bir de Yüzbaşı söylemiş eskilerden emekli derlerdi. Hızar biçtirmek için beni görevlendirdi “O iş rahat olur, bizim Fehmi onu yapar” dedi. “iyi yazalım onu” diyorlar. Sabahleyin yüzbaşı, Ali’yle birlikte beni çağırdı. “ Oğlum siz yapar mısınız?” dedi. Biz de “olur” dedik. Orada biz beş – altı tahta biçiyoruz ve askerlikte bu günlerimiz rahat geçti. Ben oradan marangozhaneye geçmek için çavuşun yanına gittim ve o beni yazdı. Bir gün talime gittik, beni çağırdılar. “ Ne var?”, “seni başçavuş istiyor”. Ondan sonra bana “marangozhaneye git” dedi ve talimden kurtuldum.

Annemle babam bana para yolluyor ama yetmiyor, biz de traş kutusu yaparak ayrıca para kazanıyorduk. Pazar günleri marangozhaneye yüzbaşılar geliyor. Biz de Ali’yle birlikte bu kutuları Pazar günü fırında yapalım dedik ve aletleri fırına taşıdık. Tesadüfen Pazar günü yüzbaşı fırına gelmiş, tabii takımları görünce “bunlar kimin?” demiş. Marangozun ertesi günü yüzbaşı bizi çağırıyor. Ali, benden büyüktü, suçu da büyüktü. Yüzbaşı, “Oğlum ben size ne yapayım” dedi bizi serbest bıraktı. Hapsetmedi de. Biz askerliğe devam ediyoruz. Ben beş tane kutu yaptım. Birisi geldi dedi ki “bana beş kutu yap” dedi ve ben kutuları yaptım. Bu adam giderken yüzbaşı,bu kutuları görüyor. “nerde yaptırdın?” diyor. “marangozda yaptırdım” diyor. Ben dışarıdaydım. O ,benim arkadaşım Ali Üydür’ü çağırtmış ve hapse atmış. Neyse akşama doğru beni de çağırdılar. Başçavuş’a “kutuları ben yaptım, Ali’yi bırakın” dedim. Ama bırakmadılar. O zamanlar bize 5 – 6 tokat attı, bizi hapsetti. Ben, “iyi, orada dinlenirim” dedim. Yüzbaşı, sabahleyin yine çağırdı bizi. “bu masaların hepsini yapacaksınız” dedi. Biz, dinlenmeden çıktık oradan.

DEPREM

1944’ün Şubat ayında hareket (deprem) oldu. O zamanlar ben askerdeydim. Gazetelerde yazıyordu. Bir de baktık ki Gerede batmış. Neyse bize izin verdiler. Haydarpaşa’ya geldik. Askeriyenin trenini bekledik. 4 gün bekledikten sonra üç arkadaş Pendik biletini aldık. İki bilet alarak o iki biletle idare ettik. Ankara’ya geldik. Neyse yedi günde köye geldik. Köye geldik, köyde bize bir şey olmamış. Elagilin ahırı çökmüş, onların ineği ağacın altında kalmış, bağırır dururmuş, ölenler şehir merkezindenmiş, köylerden de az. Gerede’den Eskipazar’a kadar yer yarılmış. İşte ondan sonra da yine askerliğe geri döndük.

Askerlik pek zor geçmedi ama uzun sürdü. 43 ay. Son günde öğle yemeği yiyorum. Dışarıda yiyoruz. Eylülde falan. Bizim arkadaş var Sarıyer’de santral nöbetçisi. “arkadaşlar teskeremiz geldi” diyerek bağırıyor. Biz, tabi inanmadık. Ondan sonra “yalan” dedik, o yemekleri yiyemedik, boğazımızdan geçmedi. “ben okudum, postacının elindeydi” dedi. Aradan birkaç saat geçti, yukarıdaki santralden de müjde geldi. Bizi dersaneye çağırdılar, “Sizin emriniz geldi” dediler. Sabah oldu. Tam tersine Yüzbaşı bizi talime çağırdı. Biz talime çıktık, meğer adam, çantaları arayacakmış. Öğlen bizi çağırdılar, çantalarımızı verdiler, vapura bindirdiler. Biz asker elbisesi ile gittik. Oradan Ankara’ya, İsmetpaşa’ya ve Gerede’ye geldik. Oradan direkt otobüs yoktu. Gerede’den hediye için kahve falan aldım. Akşama eve gittik. Babam, annem sevindi.

ANILAR

Askerlik bitince seymenlerle düğüne gittim. Gençler düğünde halka oluşturur, ortaya da ateş yakardı. Davul, zurna olur. Gittik ama biz çağrılmamıştık. Gidince oradaki bir adam, “düğün elle, çay selle olur” dedi. Kız evinden bize bir kaz verdiler.

Adam kurt bulunca kurdu vurur. Derisinin içini doldurup sırığın ucuna takardı. Köyde ev ev gezip buğday toplardı.

“ Kurtçu geldi kapınıza
  Selam verdi hepinize
  Helkeleri sütsüz koyan kurt
  Buzağıları öksüz koyan kurt” derdi. Bu adam her köyü gezerdi.

Çocukluğumuzda kös, ceviz oyunlarını oynardık. Gündüz oyunlarından met vardı, çelik çomağa benzerdi. Çıngır oyununda, bir hayvan boynuzu bir taş üzerine konulur, öbür taşla vurunca boynuz ileri giderdi. Diğer oyuncular çıngırı hemen alıp yerlerine gelemezlerse ebe olurlardı. Mele oyunu ise beş taş oyunuydu. Delikanlılar akşam olunca odalara gidip, büyüklerin nasihatlerini dinlerlerdi.

FIKRA

İki adam birbirini mahkemeye vermiş. Mahkemeye verenlerden biri hakimi görmüş ve “Hakim bey benim mahkemeyi güzelce gör, ben sana güzelce bir balta yaptıracağım” demiş. Öbürü de başka bir yerde hakimi görüyor. “ Hakim bey, benim mahkemeyi hallet sana bir inek var” diyor. Şimdi mahkemeye geliyorlar. Baltayı  verecek olan hakime diyor ki : “Hakim bey mahkemeyi balta gibi kestir.” Hakim de : “Oğlum, baltanın sapına inek sıçtı” diyor.

ANI

1955’lerde köye kar çok yağardı. Bizim oralarda kar çok yağar zaten. Fırtına, tipi derken gece kurtlar, tabi aç kalıyorlar. Aç kalınca köye uğruyor. Kurtlar köye inince köpekleri yiyor. Bir gün Eşref ağa’nın bir köpeği vardı. Onu yemiş, sabah namazına giderken görüyorlar. Köpeği orada yemiş. Neyse namazı kıldıktan sonra köyde Çapar vardı. Bir de Gurcu(Korucu) Mehmet var. Bunlar demişler ki: “Biz  av(tuzak) kuralım, et koyalım oraya, o kurtlar nasıl olsa gelir, gelince de vuralım, kurdun da derisini yüzüp içine ot tepip köylerde buğday toplayacaklar.

Bunlar, akşam yatsı namazını kıldıktan sonra köyün ağası odada biraz konuşuyor, sonra herkes evine gidiyor. Bunların ikisi kalıyor. Silah getiriyorlar ve diyorlar ki : “biz bu işi bugün yapalım”. Pencereye tam silahı ayarlıyorlar, ondan sonra bir yandan da etrafı gözetliyorlar. Epey zaman geçtikten sonra – kurt çabukça gelmez – oraya bir canlının gölgesi geliyor, kurt zannediyorlar artık gece, böyle ışık yok tabi. Gurcu Mehmet Çapar’a diyor ki: “huşt uşt “ yani geldi demek istiyor. O da bakıyor ki kurt gelmiş. Tamam güzelce nişan alıyor. Seninki ateş ediyor kurt diye köpeği deviriyor oraya. “Tamam devrildi” diyor. Çapar koşuyor. Giderken diyor ki : “Yavaş git kurt ıssırır mıssırır bir de ölmemişse” diyor.  neyse koşaraktan varıyorlar. Bir de bakıyorlar ki vurdukları köpek. Şimdi ikisi de kötü oluyorlar tabii. “Ne yapacağız şimdi ya bunu saklayalım bir yerlere” diyorlar. Gidiyorlar bunu aşağıdaki çakılların altındaki karın içine sokuyorlar.

Neyse sabah oluyor, millet sabah namazına geliyor. Sonra kuşluk vakti oluyor. Köy ahalisi odada toplanıp sağdan soldan konuşuyorlar. Derken köyden Süleyman gelip gidiyor, odaya girip çıkıyor, oralara bakıyor. “Ya bizim köpek yok” diyor. dolaşıyor, giriyor tekrar gene diyor “bizim köpek yok, ne oldu ki?”. Derken odada bulunanlardan Marangozun kafa şarj ediyor. “ulan” diyor. “bu böyle böyle oldu” diyor. “ulan Gurcu Mehmet bak, bu iş nasıl oldu biliyon mu, ben sana deyivereyim. Oğlum ben zannı şahidiyim, şimdi dün gece kurdu beklediniz” diyor. “ Eee bekledik” diyorlar. “Gece oraya Süleyman’ın köpeği geldi. Sen Çapar’a dedin ki huşt huşt diye işaret ettin, kurt geldi dedin” diyor. “bir de Çapar gördü ki tamam kurt gelmiş” diyor. “seninki hazır. Tüfeği ayarlayıp bum diye atıyor ve bunlar koşuyor. Öbürü de diyor ki “lan ısırır mısırır yanına yaklaşma dedin” diyor. “bir de baktınız vurulan köpek. “ne yapalım?” dediniz”. diyor. “onu, gittiniz bir yere gömdünüz. Böyle olmadı mı?” diyor. Derken bunlar Gayli sonradan kalkıp izliyorlar köpeği onların gömdüğü yerde buluyorlar ve iş meydana çıkıyor. 

Dr.Abdullah Demirci

17 Ocak 2020 Cuma

Geredelilerin Devletten Talepleri - Abdullah Demirci

TEK PARTİ DÖNEMİNDE GEREDELİLERİN DEVLETTEN İSTEK VE DİLEKLERİ
                                                                                              Dr. Abdullah DEMİRCİ

Türkiye, 1946 yılına kadar tek parti hükümetleri tarafından yönetilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), bazı yıllar “Kaza Kongreleri” düzenlemiştir. Bu kongrelerde kazaların dilekleri dile getirilmiştir. Bu dilekler genelde kazaların sorunlarıdır. Kazalar, merkezi hükümetlerden ve yöneticilerden sorunlarına çözüm talebinde bulunmuşlardır.

Bu yazıda, 1940, 1941, 1943 yıllarında Gerede halkının, merkezî hükümetten neleri dilek olarak kongrelerde dile getirdikleri ve ilgililerden aldıkları cevaplar ortaya konmaktadır.

Elimizde “CHP Genel Sekreterliği Neşriyatından” olan “CHP 1940 Kongre Dilekleri” adlı bir yayın; “CHP 1941 Kaza Kongreleri Dilekleri” adlı bir yayın; “CHP 1943 Kaza Kongreleri Dilekleri” adlı bir yayın; “CHP 1944 İl Kongreleri Dilekleri” adlı bir yayın bulunmaktadır. Bu yayınlar A4 boyutunda olup kaza, vilâyet kongrelerinde tespit edilen dileklerden; takipleri Genel Sekreterliğe, yapılmaları Genel Merkeze ait olanların ve bunlara dair cereyan eden yazışmalar sonunda alınan cevapların bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu, kitap bütünlüğündeki yayınlardan anlaşılıyor ki CHP; Ocak, Bucak (Nahiye) ve Kaza (ilçe) Kongrelerini yılda bir, İl (Vilâyet) Kongrelerini iki yılda bir, toplamaktadır. Kongreler sonunda ocak, bucak, kaza ve illerin dilekleri ortaya konmakta, bu dileklere (yani sorunlara) ilişkin yapılan çalışmalar ve çözüm yolları bir araya derlenerek yayın haline getirilmektedir.

1940 YILI DİLEKLERİ

1. Dâhiliye Vekâletinden Gerede’ye 50 km mesafede bulunan İsmet Paşa tren istasyonuna her gün tren uğraması hasebiyle Gerede’de polis teşkilatı kurulması istenmiştir.

Dâhiliye vekâletinden gelen cevapta bütçe engeli gösterilerek bu maksadın temininin şimdilik mümkün olmadığı belirtilmiştir.

2.Maliye Vekâletinden hükümet binasının köhne ve bugünkü ihtiyacı karşılamaktan uzak olması sebebiyle bir hükümet binasının yapılması istenmiştir.

Verilen cevapta hükümet konaklarının inşasının hazırlanan programa göre yapılacağından olumsuz cevap verilmiştir. (Gerede hükümet konağı 1944 Gerede depreminden sonra yapılmıştır)

3. Gerede’deki cezaevinin gayri sıhhi vaziyette olduğu, yeni bir cezaevinin inşası talep edilmiştir.
Adliye Vekâletinden gelen cevapta mevcut şartlarda demir ve çivi teminine imkân olmadığı, her nevi malzeme fiyatının birkaç misli yükseldiği cihetle inşasının mümkün olmadığı belirtilmiştir.

4. Maarif Vekâletinden “nüfusu çok ve ilk mektep talebelerinin başka yerde okuma kudreti olmayan hayli fazla olduğu için” Gerede’de bir orta mektep açılması istenmiştir.
Maarif Vekâletinden gelen cevapta maarif şurasında alınan karar gereği sırası gelince bir ortaokulun açılacağı bildirilmiştir.
5.  Ziraat Vekâletinden orak, harman makinesi ve selektör(tohumluk buğdayı zararlı otlardan ayıran makine) talep edilmiştir.

Ziraat Vekâletinden verilen cevapta “halen elimizde orak, harman ve selektör makinesi olmadığı ve gönderilmesinin mümkün olmadığı” şeklindedir.

6. Ziraat Vekâletinden tohum cinsinin ıslahı için Gerede iklimine uygun buğdayların fenni bir tetkikten sonra temini istenmiştir.

Verilen cevapta Adapazarı tohum ıslah istasyonundan elde edilen tohumlukların esasen Kocaeli ve Bolu vilayetine dağıtıldığı “bu mıntıkaya önümüzdeki sene bütün istasyonlarımızdan tohum gönderilerek deneme mahiyetinde ektirilecek ve en iyi netice veren çeşitlerin bu bölgeye yayımına çalışılacaktır.” denilmektedir.

7. Kasabada kolaylıkla kereste teminin için bir kereste satış deposunun kurulması istenmiştir.
Ziraat Vekâletince verilen cevapta talebe olumsuz cevap verilmiştir. İhtiyaç olduğu takdirde tüccar ve esnafın bu gibi keresteci dükkânları açılması hakkında Ticaret Odalarınca gerekli tedbirler alınacaktır denilmektedir.

8. CHP Genel Sekreterliği 5. Büro’dan yeni yapılan ve çıplak bir vaziyette bulunan Halk Evi binası mefruşatının temin edilmesi istenmiştir.

Verilen cevapta mefruşat ihtiyacı için yardım yapılacağı, bunun için ihtiyaçları gösteren liste istenmiştir.

9. Salonu ve tesisatı bulunan Halk Evine bir sinema makinesinin verilmesi istenmiştir.
CHP Genel Sekreterliği 8. Bürodan verilen cevapta “hayli fiyatlı olan sinema makineleri ile teçhizi bir bütçe meselesi olduğu gibi dünya ahvalinin bugünkü durumu da şimdilik bu dileğin yerine getirilmesini mümkün kılmamaktadır.” denmektedir.

10. Gerede Belediyesi’nin elektrik işletmesinden elde ettiği 1200 TL’lik kazançtan Milli Müdafaa vergisi olarak 184 lira, Buhran Vergisi olarak 36 lira 80 kuruş istendiği belirtilerek, bu verginin alınmaması talep edilmiştir.

Maliye Vekâletinin cevabında “belediyelerin elektrik işletmesinden elde ettikleri kazancın vergiye tabi tutulmaması mümkün görülmemiştir.” Denmektedir. “Gerede kazasındaki elektrik fabrikası teşvik-i sanayi kanunundan istifade ettiği cihetle 1939 yılına kadar vergi ile mükellef tutulmadığı anlaşıldığı” bilgisine yer verilmektedir.

11. Şehir civarında halkın un ihtiyacını temin eden su ile hareket eden birkaç değirmen mevcut olduğu, senenin hemen ancak 6 ayında muntazam işleyebildiği, kışın dondan, yaz ortası da suların azaldığından çalışamadığı belirtilmektedir. Bu değirmenlerin çarşı fırınlarına buğday öğüttüklerinden müstecirleri muamele vergisine tabi tutulduğu, bunun için de defter tutmak zorunda bırakıldıkları, defter tutmayanların cezalandırıldıkları bildirilmekte ve mükellefler lehine bir tetkik yapılması istenmektedir.

Maliye Vekâletinden verilen cevapta mükelleflerin götürü usule tabi vergi ödemeleri ve defter tutmaktan muaf olabilmesi için kanuni şartları haiz olup olmadıklarının mahallinden sorulduğu bildirilmiştir.
1941 YILI DİLEKLERİ

1. Ziraat Vekâletinden ziraat aletleri temininde rençbere kolaylık gösterilmesi ve bu hususta köylü sıkıntı çekmekte olduğundan, ziraat aletleri yapılacak keresteye müdahale olunmamasının temini istenmiştir.

Verilen cevapta çift aletleri imalatının arttırılması için köylülere azami kolaylık gösterilmesi için teşkilata tebliğ edilmiştir, denmektedir.

2. Ziraat Vekâletinden “Gerede kazası ormanlık olmasından, merkez kazaya miri fiyattan kereste verilmesi ve merkezde bir depo açılarak harice çıkarılmamak suretiyle merkez kasaba halkının ihtiyacına sarf edilmesi, bu suretle kaçakçılığın önüne geçilmesi” istenmektedir.

Verilen cevapta harici kaza ve pazarlara orman ürünlerinin götürülmemesi talebi olumsuz karşılanmakta, isteyenin orman işletmesinden ihtiyacını temin edebileceği belirtilmektedir.

KAYNAKÇA

CHP 1940 Kongre Dilekleri, Recep Ulusoğlu Basımevi, Ankara
CHP 1941 Kaza Kongreleri Dilekleri, Alaaddin Kıral Basımevi, 1942

8 Ocak 2020 Çarşamba

Gerede Atasözleri, Deyimleri ve Özdeyişleri


GEREDE ATASÖZLERİ, DEYİMLERİ VE ÖZDEYİŞLERİ
Derleyen: Dr.Abdullah Demirci

GEREDE ATASÖZLERİ

1. Dolu tüfek avını bulur. (Vasıf Kahraman)
2. Hızlı giden atın boku seyrek düşer. (Vasıf Kahraman)
3. Çocuk, iş başında sevindirir; aş başında yerindirir. (Zekiye Kahraman)
4. Yiyen köpek tüyünden belli olur. (Süheyla Bilen)
5. Yoldan çıkmak ayıp değil, yola girmemek ayıp. (Naciye Demirci)
6. Yokluk asaleti bozar. (Naciye Demirci)
7. Üveyden öz, ketenden bez olmaz. (Rahile Danışman)
8. İki yumurtadan biri kırılacak. (Rahile Danışman, ölüm hakkında)
9. Köpeğin hatırı yoksa, sahibinin de mi yok? (Naciye Demirci)
10. Elden giden ele gelmez. (Naciye Demirci)
11. Elin kepeğini, köpeğinden mi esirgiyorsun? (Süheyla Bilen)
12. Çocuğun kararı olmaz. (Recep Yaşar)
13. Oğlu olan orduya, kızı olan kahpeye mahne vermesin. (başına gelir, Şehriye Özçelik)
14. Küçük taşla tarhatlanma, pislik çalınır. (Şehriye Özçelik)
15. Yağmayla bolluk olmaz, yağmamayla da kıtlık olmaz. (Rahile Danışman)
16. Dağa varan kurdu görür
Ele varan derdi görür. (Saadet Kahraman)
17. Altın yere düşmekle pul olmaz. (Saadet Kahraman)
18. Taşın altında olma, dağın arkasında ol. (Zekiye Kahraman)
19. Çembere (yemeni) sığan baş, dünyaya sığmıyor. (Zekiye Kahraman)
20. Kedi her zaman kaymak yemez, bazen de değnek yer. (Zekiye Kahraman)
21. Sultan Süleyman’a kalmayan dünya, kimseye kalmıyor.
22. Söz vaktinde anılır. (Naciye Demirci)
23. Hayır yolu ağır olur.
24. Derdi olmayan bir kaya dibi, onun da ekmeği suyu yok.
25. Su akarken dolar testi.
26. Hastayı halınca, deliyi yolunca idare edeceksin. (Zehra Öztürk)
27. Kahve kara, ağalar önünde; kar da beyaz, sokaklarda.
28. Birisi ölmeyince, birisi onmaz. (Naciye Demirci)
29. Balığı yiyen ne doymuş, ne onmuş.
30. Adama güvenme ölüverir, dağa (orman) güvenme yanıverir.
31. Can, boğazdan gelir.
32. Sür geçir değil, gör geçir. (Naciye Demirci)
33. Sıcak suyla, zenginlikten zarar gelmez. (Sare Yaşar)
34. Göz görmeyince gönül katlanıyor. (Feride Bilen)
35. Hatıra bakan, yere bakmış. (Naciye Demirci)
36. İninden çıkanı, kurt dalar. (Sare Yaşar-Naciye Demirci)
37. Çok deyip de güvenme, az deyip de yerinme. (Hatice Erdoğan)
38. Delinin önüsıra taş mı anılır? (Naciye Demirci)
39. El anasından ana olmaz, taş kınasından kına olmaz. (Naciye Demirci)
40. Görünen dağın uzağı olmaz. (Naciye Demirci)
41. Düğün el ile, çay sel ile olur.
42. Düğünde yumruk aranmaz.
43. Sarımsağı gelin etmişler, altı ay kokusu çıkmamış.
44. Vardığın yer kör ise gözünü kırpıver.
45. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur.
46. Zorla namaz, göğe ağmaz. (Zekiye Kahraman)
47. Hastanın başında cenaze bekler.
48. Bokunu yiyen, tabağını yanında taşır. (Vasıf Kahraman)
49. İğnesini düşüren, yere bakar. (Hatice Özçelik)
50. Eşşek çamura batınca yol gösteren çok olur. (Süheyla Bilen)
51. Tavuk götü tövbe tutar mı? (Süheyla Bilen)
52. Tavuk götü tövbe tutmaz.(Ruhiye Erdem)
53. Sağ gözden sol göze hayır yok.
54. Bebe ile köpeğe güven olmaz. (Zekiye Kahraman)
55. Zorla namaz, o da göğe ağmaz. (Zekiye Kahraman)
56. Akılsız kafanın sıkıntısını taban çeker. (Feride Bilen)
57. Al kaşağıyı, gir ahıra; yarası olan gocunsun. (Fehmi Bilen)
58. Çatal kazık yere batar mı? (Vasıf Kahraman)
59. Kızı kız iken görme, hele bir gelin olsun da gör.
Gelin olunca değil hele bir çocuğu olsun da gör. (Ali Sağlam)
60. Kötünün kaderi dizinin dibinde, iyinin kader gökyüzünde olurmuş.
61. Civcivi zemheride sayacaksın. (Vasıf Kahraman)
62. Ev hırsınıza derman gelmez. (Vasıf Kahraman)
63. Ölümün yalanı olmaz. (Naciye Demirci)
64. Ağaran ekini biçerler. (Fehmi Bilen)
65. Yavuz komşu elek, tekne sahibi yapar. (Zehra Öztürk)
66. Kuş, denginle uç. (Sare Yaşar)
67. Kazanın yanına varma, kara bulaşır. (Sare Yaşar)
68. Zina, binayı yıkar. (Eyüp Özdemir)
69. Sahibine çekmeyen mal, haram. (Rahime Demirci)
70. Çul içinde aslan yatar. (Sare Yaşar)
71. Elin iyisi, köpeğin dayısı olmaz. (Yakup Cıbır)
72. Dil var; dilber var, demişler. (Zekiye Kahraman)
73. Dayıyla yeğen, halt etmiş arayan giren. (Rahile Danışman)
74. Öksüz gülsün de kim ağlasın.
75. Kurdun eline ciğer geçmiş, sana verir mi? (Naciye Demirci)
76. Dokuz hurda, bir kurda.
77. Sonundan darılacağına, önden darılsın.
78. Nerde iş, ordan sıvış. (Ruhiye Erdem)
79. Yağmur yağar, yarıklar kapanır.
80.

GEREDE DEYİMLERİ

1. Sacı yak, bacağı oldu. (Üçüncü çocuğu olanlar için, ‘tamamlandı’ anlamında; Zekiye
Kahraman)
2. Geçtim olsun. (Naciye Demirci)
3. Bir tırnağı bile çekmemek. (Zehra Öztürk)
4. Gidenin destisi, gelenin pöstüsü. (boş gezenin boş kalfası anlamında, Rahime Demirci)
5. Dağa gidenin baltası, suya gidenin helkesi. (Naciye Demirci)
6. Bir dam sığıra, yular kırdırmak. (Zekiye Kahraman)
7. Kerç etmek.
8. Oğlan alıyor, oyuna gidiyor; çoban alıyor, koyuna gidiyor.
9. Eti yenmez, gönü giyilmez. (domuz hakkında)
10. Ağız ıslayacak meyve yok.
11. Bulgurlu’ya gelin mi gideceksin? (Naciye Demirci)
12. Bulgurlu’ya gelin gitmek.
13. El deliye, biz akıllıya hasret kaldık. (Naciye Demirci)
14. Okka gibi konuşmak.
15. Güne gölge, yağmura süzek. (Süheyla Bilen)
16. Zöt zöt gezmek.
17. Tavuk pisliği gibi aralanmamak. (Süheyla Bilen)
18. İçine sinmek.
19. Hayırı bayır etmek.
20. Delme çatma.
21. Yüzümüze güldü, canımıza kıydı. (Naciye Demirci)
22. Daş Osman gibi oturmak.
23. Aklı erene kadar gün akşamı bulmuş. (Sare Yaşar)
24. Küskü gibi.
25. Tekerlek taşa dayanınca.
26. Gitti gelmez; uçtu konmaz. (Naciye Demirci)
27. Götü atmış dünyaya iki değnek de sen vur. (Zekiye Kahraman)
28. El arı, düşman körü. (Naciye Yılmaz)
29. İte bak, yattığı yere bak.
30. Eyyam kayığı gibi.
31. Buz deryası, can sefası. (Saadet Kahraman)
32. Dünya yansa yorganı yok içinde.
33. Yat aşşağı, ser daşşağı. (Tembel olanlar için)
34. Şillime. (Saadet Kahraman)
35. Allah, kötü kaderi versin.
36. Husa çekmek.
37. Değirmen takırtısı değil mi, bir gece idare ediver. (Naciye Demirci)
38. Tavşan pisi gibi.
39. Ev başına, çörek dişine. (tek başına kalmayı anlatır, Zekiye Kahraman)
40. Yan gel Osman. (rahatlığı ifade eder, Zekiye Kahraman)
41. Günahı taş olsun.
42. Karga cuması.
43. Gündüz işim, gece düşüm. (Ruhiye Erdem)
44. Yakasından tutup paçasından indirmek. (Naciye Demirci)
45. Üç gün yatak, dördüncü gün toprak. (ölüm için)
46-İbüğü fazla uzamak: fazla ileri gittin anlamında
47-Bayat bayat bakmak: çocuk için bilmiş bilmiş bakıyor anlamında kullanılır.
48-Husa çekmek:
49-Çekiş etmek: münakaşa etmek, tartışmak
50-Elini, ayağını yıkamak: ellerinde ne varsa harcatmak, bir şey bırakmamak, elindekini almak
51-Güz işi gibi hiç bitmemek: eskiden güz (harman)işleri zor, meşakkatli ve uzun sürdüğü için bitmeyen işler için kullanılır.
52-El içine katmak: çocuğu büyütüp, erişkin haline getirip, toplum önüne çıkacak hale getirmek anlamında kullanılır.
53-Anan turp, baban şalgam: sen kimsin, nereden geldin, senin aslını biliyoruz anlamında
54-Porum atmak: hava atmak
55-Dağa gidenin baltası, suya gidenin helkesi olmak:
56- Yedi kırım dört köşe gezmek: gezmediği yeri bırakmamak
57- Oldu olacak, kırıldı nacak:
58- Para diye zımpara çalmak:
59- Sümsük tabiatlı: Başkasında isteyen kişiler için kullanılır.
60-Karnı yanmak: içi yanmak anlamında kullanılır.
61- Kel başa sıvanmak: yapacak bir şey yok, başımıza geldi bir defa anlamında kullanılır.
62-Süt gönlü yoğurt olmak: Dargın ve küskünken barışmak, uzlaşmak. İnadından, ısrarından vazgeçip uzlaşma yoluna gitmek, yapılan teklife razı olmak.” anlamıyla kullanılmaktadır.
63-Yüreğinin yağı erimek: korkmak, endişelenmek
64-canından yeğ mi?: Canından kıymetli mi anlamında
65-Aklının yan tahtası eksik: aklı yetersiz kalıyor
66-körünü öldürmemek: yaptığı işin iyi olmadığını bilip, kötülememek
67-Tavuk b.ku gibi aralanmamak: yapışmak, aralanmamak, aradan çıkmamak
68-Hayrı bayır etmek: iyi, doğru işi baltalamak, engellemek
69-Göz veremi: gönül üzüntüsü

GEREDE ÖZDEYİŞLERİ

1. Bir adamın şahsında, şehzadelik olacak. (Yusuf Erdem)
2. Gübrelikte çimen biter ama yanıverir. (Yusuf Erdem)
3. Bokla yapılan siyince yıkılır. (Yusuf Erdem)
4. Ağır taşı kimse yuvarlayamaz. (Naciye Demirci)
5. Koluna girdiğin hasta, ayağınız düz basacak. (Yakup Erdem)
6. Sağ gözden sol göze hayır yok, orta yerde burun olmasa birbirini deler. (Meşkure Hanım)
7. Aldatmadığını bil ki, verdiğini geri alasın.
8. Halına göre hallan.
9. Meh sana, meh sana; kalsın Kör Hasan’a. (Şahin Cıbır)
10. Tasasız kul yok. (Fatime Öztürk)
11. Ömrü olan ölmüyor. (Fatime Öztürk)
12. Dokuz tatlı, bir karına sığmaz. (Dört başı mahmur olmaz, Kamile Öztürk)
13. Herkes birbirine misafir. (Naciye Demirci)
14. Deli ile zenginin işine akıl ermez. (Fehmi Bilen)
15. Sevdiğin elden çıkmayınca, sevdiğin eve girmez.
16. Allah’ın emri geri kalmıyor ki.
17. İhtiyarlar sıra sıra, gençler ara sıra. (ölümle ilgili, Fehmi Bilen)
18. Bir gece değirmen damında bile katlanılır. (Süheyla Bilen)
19. Sopa vurur yatırır, nasip çeker getirir. (Fehmi Bilen)
20. Soğuğun merhameti yok. (Naciye Demirci)
21. Parmak acısı, bağır acısı. (Naciye Demirci)

Derleyen
Dr. Abdullah Demirci
Ocak 2020