19 Kasım 2019 Salı

Türk Kültüründe Ashab-ı Kehf

TÜRK KÜLTÜRÜNDE ASHAB-I KEHF
Dr. Abdullah DEMİRCİ

Türk kültürü, tarih boyunca kronolojik bir derinlik ve coğrafi olarak da Orta Asya’dan Avrupa’ya bir genişliği kapsar. Asya’nın derinliklerinden ortaya çıkan ilk kültür ürünleri, zamanla benimsenen değişik din ve kültürlerin etkisiyle zenginleşir.
Türklerin İslamiyeti kabulünden sonra İslam kültüründen bize dini ve kültürel anlamda maddi, manevi değerler intikal etmiştir. Bu değerler zamanla Türk kültürüne mal olmuş, onun ayrılmaz parçaları haline dönüşmüştür.
Konumuz olan Ashab-ı Kehf’e gelirsek kökeni İslam öncesine, Hıristiyanlık dönemine kadar uzanan bir hikayesi olduğunu görürüz. Bilindiği gibi tek tanrıya inanan zulme dayanamayıp, zalim Dekyanus’un eziyetinden kaçıp bir mağaraya sığınan gençlerin hikâyesi yüzyıllarca insanların dikkatini çekmiş, onunla ilgili anlatılar diyardan diyara yayılmıştır.
Kuran-ı Kerim’de 18. surenin adının Kehf (Mağara) olması ve bu gençlerin hikâyesinin orada anlatılması, Müslümanların da dikkatini çekmiştir. Muhtemelen Türklerin hafızasına bu bilgi ilk olarak Türkçe Kuran tercümeleri ile girmiştir.
Zamanla Ashab-ı Kehf(mağara arkadaşları) birçok kültür alanında kendini göstermiştir. Sanatta, işitsel (fonetik) sanatlar içinde müzik ve edebiyatta bunu görebiliriz. Görsel(plastik) sanatlarda ise hat ve resim sanatlarında bunun örneklerine rastlayabiliriz. Geleneksel sanatlarda ise minyatür ve cam altı resminde aynı örneklerle karşılaşabiliriz. Dramatik sanatlardan ise sinema ve tiyatro alanında örnekler mevcuttur.
Şimdi size edebiyatımıza, sanatımıza kısacası kültürümüze yansımış olan Ashab-ı Kehf’in kültür ürünlerimize yansımasını göstermeye çalışacağım.

SANAT DÜNYASINDA YEDİ UYURLAR

1.         Resim sanatında
Azerbaycan’da yapılmış bir resimde  bu konunun işlendiği tespit edilmiştir. Kitabi- Dede Qorqud Ensiklopediyası’nın 2.cildinde Maral Rahmanzadeye ait bir  resim yayınlanmıştır.           

2.         Minyatür
A) Minyatür: Prof. Dr. Bahattin Ögel Topkapı Sarayında bulunan Ashab-ı Kehf ile ilgili iki minyatürü şöyle değerlendirmektedir:
“ Üç kişilik minyatürün uzak-şark karakteri şu noktalarda belirmektedir.
1-      Fizyonomiler, saç tuvaletleri ve uzun tırnaklar.
2-      Geniş kollu ve kuşaklı cübbeler
3-      Kaplanın mevcudiyeti. Bu çok kuvvetli bir delil olamazsa da eseri İslami ananeden ayıran bir noktadır
Yedi kişilik minyatürü yalnızca şapkalar tarihlemeye yardım ederler. Bu şapkaları albümlerde daha ziyade gayri İslami eserlerden görüyoruz.
Estetik bakımdan, sanatkârda mağara çevresini doldurmak kaygısı büyük bir yer tutmaktadır. Bu sebeple bilhassa yukarıdaki şahısların vücutları haddinden fazla büyütülmüştür. 
Muahhar ve tam manası ile İslam karakteri haiz diğer bir Eshabü’l-Kehf minyatürünün ise yalnızca elbise iliklerinin yapılış tarzı bizimkilere benzemektedir. Eshabü’l-Kehf üç kişiden de mürekkep olabilmektedir. Prof. Abdulkadir İnan’ın verdiği şifahi malümata göre Eshabü’l-Kehf mağaralarının Orta-Asya’da olduğuna dair birçok rivayetler de vardır. Fikrimizce yedi kişilik minyatürün sanatkarı ile üç kişilik eserin ait olduğu muhit arasında bağlar bulunabilir”(Ögel, .....:138).

Minyatürlerde Yedi Uyurlar
“Osmanlı minyatür sanatının seçkin örneklerinin bulunduğu yazmalardan birisi Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndeki 1973 nolu Zübdet-üt Tevarih’tir. Metnini Seyyid Lokman Aşuri’nin hazırladığı bu yazma 1583 yılında yazılıp minyatürlenmiş ve dönemin padişahı III. Murat’a sunulmuştur..... Osmanlı minyatürlü yazmaları arasında ender rastlanan büyük boyutlu örneklerden biri olan Zübdet-üt Tevarih’in (64,7 x 41.3 cm.) içindeki 40 minyatürün çoğu tüm sayfayı kaplar......Yaklaşık 49 Peygamberle ilgili olayı anlatan 23 minyatür Osmanlı dinsel minyatürlerinin bilinen en erken örnekleri olması bakımından büyük önem taşır”(Renda 1977:59-60).
Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan Seyid Lokman’ın Zübdet’üt Tevarih adlı eserinde üç minyatürlü nüsha vardır. Ayrıca bu üç metinde kullanılan 35 metre uzunluğunda tomar biçiminde özgün metin de vardır.
Sanat tarihçisi  Günsel Renda’ya göre Zübdet’üt Tevarih’in minyatürleri en az dört ya da beş nakkaş elinden çıktığı ifade edilmektedir. Bu minyatürler içinde Ashab-ı Kehf ‘i konu alanlar vardır.
“ Gerek Hristiyan gerekse İslam çevrelerinde sık sık canlandırılan konulardan birisi Eshab-ı Kehf’tir. Zübdet-üt Tevarih’in metninde bu öykü uzun uzun anlatılır. Tanrılık iddia eden zalim hükümdar Dokyanus’tan kaçan altı genç, yolda rastladıkları bir çobanı da alıp tanrıyı aramaya koyulurlar. Köpekleriyle birlikte bir mağaraya gizlenen gençleri Tanrı, uzun bir uykuya daldırır. 309 yıl sonra onlara tekrar ruhlarını verir. Minyatürde Yedi Uyuyanlar mağarada görülmektedir”(Renda 1977:63).
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Hazine kısmında 2160 numarada kayıtlı 90 yapraklı bir  albümde  muhtelif yazılarla birlikte 96 minyatür yer almaktadır. Sultan Fatih devrinde toplanan ve en son tarihli yazı M.1511 tarihine  giden albümün 83 A sayfasında yer alan Eshab-ı Kehf minyatürü ile ilgili olarak Tahsin Öz şu bilgileri vermektedir:”Bir daire içine sıkıştırılan Eshab-ı Kehf’e ait bu kadar manalı  ve kuvvetli bir ifadeye kolaylıkla raslanamaz. Elbiseler yeşil, mavi, sarı eflatun ve kurşunidir. Köpek (Kıtmir) siyahtır. Ten renginde olan sima ve ellerin boyası, daha parlamaktadır”(Öz 1952:34).

3.            Yazı Resimde Ashab-ı Kehf  ve Eshab-ı Kehf Gemisi
İsmail Derdi’nin 1690 tarihli bu levhada tek ve çok tanrılı pekçok dinin geçmişinde yer alan ve Kur'an-ı Kerim'de de geçen Esháb-ı Kehf sözkonusu edilmektedir. 'Yedi uyurlar' olarak bilinen Yemliha, Mekselina, Misliha, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayuş ve köpekleri Kıtmir'in isimleri bu levhada gemi biçimi verilerek yazılmış; altın, siyah ve yeşille renklendirilmiştir İsmail Derdi'nin bu levhası Topkapı Sarayı'ndadır.
Türkler, İslamiyeti kabul ettikleri zaman benimsedikleri Arap alfabesini, bir iletişim aracı ve süsleme unsuru olmaktan çıkarıp, fevkalade özgün ulusal bir sanat olarak geliştirmişler ve dünya sanat tarihinde önemli bir yer almasını sağlamışlardır. “Kur’ân-ı Kerim, Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü bu gerçeğin en güzel ifadesidir. Günümüzde, cami, müze, kütüphane ve özel koleksiyonlarımızı süsleyen hatlar, Türk sanatçısının ince zevkini ve estetik anlayışını yansıtan birer milli mirastır.
“Bu yedi kişi yıllar boyu hem hristiyanlar, hem de Müslümanlarca kutsal sayıldığından adları camilere, tekkelere, muskalara girmiş, sihir ve tılsım yerine geçen Hazreti Süleyman’ın altı köşeli mührü bunların adlarıyla da zaman zaman meydana getirilmiştir. Bunun ortasında harfler veya rakamlarla ‘Vefk’ler yazılır, bazen lafza-i celal (Allah) belirtilirdi”(Aksel 1966; 3986).
“Eshab-ı Kehf’in adları kalyon, kadırga, çektiri, saltanat kayığı olmak üzere yelkenler, küreklerle, kaptan köşkleriyle adeta masal gemileri şekillerini alırlar.
Bu gemi, halk arasında Nuh’un Gemisine de  benzetilirdi. Buna sebep bazı yazı-resimlerde ağzında bir zeytin dalı ile görünen güvercindir. Bu gemilerin çok defa yelkenlerinde ‘Yasin’ veya ayetler bulunur. Bazen de beyitler veya ‘Ya Hafız, ‘Ya Malik – El Mülk’ yazıları katılırdı. Yalnız bu mağara kişilerinin uyur bir şekilde resimlenmeleri gerekirken yazı-resim şeklinde sembolleşmeleri onlara resimden çok bir tılsım manzarası veriyordu. Gemi, resmi hiçbir surette günah olmadığı halde kutsal adlardan, yazılardan tertiplenmesi, bunun aynı zamanda bir dua olduğunu ortaya kor.
Burada harflerden uzanmış çizgilerle yelken direkleri, daha doğrusu bütün bir yazı gemi belirir. Halk çok defa anlamadığına önem verir. Bu sebepten gerçek gemilerden çok böyle yazı-resim gemilere ilgi gösterir, bunlarda manevi bir şeyler arar. Nitekim bu yazı-gemilerin altında bazen şöyle bir yazı yer alır: Vebadan, taundan, yangından beni hıfz eden beş şeyim var; El Mustafa, El Murteza ve ‘Ebnahuma’ iki oğulları Hasan Hüseyin el Fatima.
Geleneklere göre Eshab-ı Kehf’in adları kutsal sayılmakla beraber bunlar söylendiği zaman besmele çekilmez; Bunun sebebi Kıtmir(Köpek) in bulunuşudur. Müslümanlıkta köpeğin ve resmin bulunduğu yere melek girmez diye bir inanış olduğundan köpek çok defa kapı dışında bulunur.
Topkapı Sarayında bulunan büyük gemi resmi Eshab-ı Kehf’in adlarıyla birlikte ayetlerle süslenmiştir. Bu büyük yazı-resim levha aynı zamanda havaya yapışık gibi görülen çiçeklerle dekoratif bir özellik alır.
Sade mağara erenlerinin adları değil yer yer ayetler de yelkenler de, bayraklar da görünür. ‘Ya melikülmülk, Tevekkeltü alellah, İnnafetahna leke’ en üstte ‘ ya hafiyyeleltaf neccina mimma nahaf’ yazısı eserin dini koruyuculuğunu açıklar. Bu yazı ‘Ey lütufları esirgemeyen Allah, bizi korktuklarımızdan koru’ dur.
Uzun çatallı bayraklar altında üç köşk görünür. Bundan önceki gemiden daha fazla resme kayan bu levha, az bir mesafeden yazılar silinip yelkenli gemi ortaya çıkabilir.(Aksel 1966: 3587-3588)”
Malik Aksel bu sulu boya resmin özelliklerini şöyle anlatmaktadır. “Bu sulu boya resimde yelkenlerin tamamiyle yazıdan uzaklaştığı belli olmaktadır. Bu harb gemisinin özelliği de realist bir gözle çizilmiş olmasıdır. Burada dikkati çeken bir nokta da sol üst köşede sülüs yazıyla beliren bir beyittir. İhtimal bu yazı – resim gemi kaptan Gazi Hasan Paşa’ya hediye edilmiştir. Bu resimde yazı artık pek az bir yer tutmada yazı, yerini resme terk etmededir”(Aksel 1966: 3989).
Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik adlı eserinde yedi uyurlarla ilgili çeşitli levhaların dergahlarda bulunmasıyla ilgili olarak şunları ifade etmektedir: “Bir çok dergahlarda ve Bektaşi ve Alevi ve diğer mistik yollar mensubu kişilerin evlerinde gemi şeklinde ve birbiri içine girmiş karışık (girift) yazılar şeklinde Yedi Uyurlar (Ashab-ı Kehf) adlarından meydana getirilmiş levhalar gördüm”(Dedebaba 2001:666).
Sanat tarihçisi Celal Esad Arseven’in eserlerinde de bu konu ele alınmıştır. Örneğin 1939’da basılan L’Art Turc (Sf. 239) adlı eserinde klişesi görülen kayık şeklinde yazılmış bir Amentü levhasına da rastlanmaktadır. Bu konuda Dedebaba şunları da eklemektedir. “Yedi Uyurlar resim şeklinde yazı kompozisyonları da yapılmıştır. Bunlar da ötekileri gibi kağıt ve kartonlara yazılmış levhalar, tahta oymalar veya ipekli kumaş, kadife ve atlaslar üzerine sırma veya renkli ipekle işlemle suretiyle meydana getirilmiş eserlerdir....Bu yedi kişi tevhide (Tanrı’nın birliğine) inandıkları için Müslümanlar bunları kutsal kişiler gibi kabul etmişlerdir. Yukarıda söylediğim levha benzeri yapıtlardan başka, bunların adlarının mühürler de vardır. Ortasında Yâhū yazılı ve Yedi Uyurlar’ın adlarının uzayan harf çizgileri bir mühr-ü Süleyman (altı köşeli yıldız) şekli meydana getirilmiş bir mührü dostum Muzaffer Tanrıyar erenler Fakir’e hediye etmişlerdi. Bu mühürler sihir ve tılsım olarak da bazı vefklerde kullanılmıştır.
Malik Aksel, Türklerde Dini Resimler adlı eserinde Ashab-ı Kehf ile ilgili olarak yapılmış sanat eserlerini tanıtmıştır. Aksel bu yazısında önce maşallah yazılı iki ibrik arasında yer alan altı köşeli yıldız çevresi içindeki Eshab-ı Kehf adlarını tanıtmıştır. Bu, cam üzerine yıldızlar ve boyalarla yapılmış bir eserdir. Aksel aynı eserde gemi şeklinde Ashab-ı Kehf adlarının yer aldığı üç resmi de tanıtmıştır. Aksel’in Ashab-ı Kehf’in isimleriyle ilgili görüşü şöyledir :
“Bunlar Arap ve Hıristiyan adlarından çok Süryani adlara benzer. Eshab-ı Kehf’in en tanınmış mağarası Elbistan’dadır. Yanında bir kilise ve bir mescit bulunur. Bu yedi kutsal kişi, yıllar boyu hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlarca kutsal sayıldığından adları camilere, tekkelere, muskalara girmiştir. Sihir ve tılsım yerine geçen  Hz. Süleyman’ın altı köşeli mührü bazen da bu adlarla süslenir, orta yere de «vefk»ler veya «lafza-i celal» yani Allah adı konurdu” (Aksel 1967 . 65).
Yedi Uyurlar adıyla yazılmış gemi şekillerinin birkaç çeşidini gördüm. Malik Aksel’in kitabında da (Türklerde Dini Resimler s 66 – 70) bir ayetler de bulunur. Vav (V) harfleriyle on çifte kürekli yelkenli kayık şeklinde Yedi Uyurlar adları yazılmış güzel levhalar vardır. Vav harfi sofilere göre Vedūd’dur. Tanrı adının simgesidir. Vecd, Vefâ’dır. Ebediyete, Tanrı’ya, onun sevgililerine, aydınlatıcıya, yola, dosta, ve verdiği ikrar’a vefadır; keza her nesneye veda edip (Masiva kaydından sıyrılıp) sadece Gerçek olana yönelmedir”(Dedebaba 2001: 667).
Yedi Uyurlar’ın hat sanatında canlandıran ustalardan biri de İsmail Derdi’dir. Onun yazdığı levha Topkapı Sarayı’nda olup, bir gazetemizin Ramazan sayfasında şu bilgilerle birlikte yer almıştır: “1690 tarihli bu levhada tek ve çok tanrılı pek çok dinin geçmişinde yer alan ve Kur'an-ı Kerim'de de geçen Esháb-ı Kehf sözkonusu edilmektedir. “Yedi uyurlar” olarak bilinen Yemliha, Mekselina, Misliha, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayuş ve köpekleri Kıtmir'in isimleri bu levhada gemi biçimi verilerek yazılmış; altın, siyah ve yeşille renklendirilmiştir. İsmail Derdi'nin bu levhası Topkapı Sarayı'ndadır.”
İslam yazı sanatını zirveye taşıyan hattat olrak tanınan Amasyalı Şeyh Hamdullah hat sanatının en çok tanınan isimlerindendir. İlim ve sanat dünyamıza bilhassa altı türde eserler veren Şeyh Hamdullah’ın kırkyedi adet Mushaf-ı Şerif, Meşarik ve Mesahib-i Şerif, bine ulaşan Enam , Kehf, Nebe sureleri, tomar, kıta ve murakka yazmıştır. 
Ashab-ı Kehf’in isimlerinin bulunduğu yazılar bazı eski tarihi camilerde de yer almıştır. Mesela Kastamonu’daki üzerinde “Mevlana Camisi, H 1262” (1846) yazan Harmason Camisi bunlardan biridir. “Hüseyin Ata’ya (1936) göre birkaç sıra taş, bir sıra ağaç, birkaç sıra taş, bir sıra ağaç... “Selçuklumimarisi” olarak yapılmış. Caminin 5 metrelik girişi sonradan yapılmış olabilir (1846 bu tarih olmalıdır). Bu ek yapılmadan önce giriş kapısı üstüne konulan Yedi Uyurlar’ın (Eshab-ı Kehf) adlarından kimi, sonradan eklendiği sanılan iki odanın duvarlarında kalmış (2001’de bu iki oda kaldırıldı)”( http://www.abanagazetesi.com/camiler.htm).
Yine Kayseri Bedesteni’nin güney yan bölümüne açılan kapını üzerinde Ashab-ı Kehf’in isimleri yer almaktadır.(Çayırdağ 1981:547) Kayseri’de vakıf kayıtlarında Hançerli Fatma Sultan Vakfı olarak geçen bedestenin güney yan bölümüne açılan kapının dış yüzünde birinci kitabeye simetrik olarak konmuş mermer kitabe taşı üzerine kazınmak üzere çizilmiş, Ashab-ı Kehf’in isimleri olarak Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş, Kıtmir isimleri ve hattatın ismi olan Seyfullah bulunmaktadır.
Yine Cizre’deki tarihi köprünün 1909 yılında Gertrude Bell tarafından çekilen resminde Köprünün batıdaki orta ayağında, aynalı kufi yazıyla “ yemliha ” ibaresine yer verilmiştir. Köşeden çekilen resimde Yemliha ismi makili hatla Arapça olarak yazılmıştır.Bu isim Ashab- Kehf’teki Yemliha ismini çağrıştırmaktadır(Ertekin 2005).
Arap tarihçilerinden Mekarri, Kurtuba  camiinde Musa’nın asasını, Eshab-ı Kehf ve Nuh’un kargasını gösteren resimlerin bulunduğunu söylerse de  bunun hakkında eski metinlerde hiçbir  işaret yoktur.(Şekerci 1974:82).

4.         Sinema  / T.V. Dizileri
4.1.      Belgesel Filmlerde Yedi Uyurlar
Yapım Tarihi : 1996
Süresi : 30'
Bölüm Sayısı : 1
Çekim Yeri - Kahramanmaraş / Afşin, İçel / Tarsus ve İzmir / Efes
Yapımcı - Muharrem Sevil / Serpil ALGÜL
Yönetmen - Muharrem Sevil / Serpil ALGÜL
Metin Yazarı - Halime TOROS
Kameraman - Halil ELMAS
Yaygın kullanımıyla " Yedi Uyurlar " olarak bilinen mağaralar, Hz. İsa sonrasında Hıristiyanlara yapılan baskılar ve işkenceler dayanılmaz hale gelir. Dönemin İmparatorunun zulmünden kaçan gençler bir mağaraya sığınırlar ve uykuya dalarlar. Kuran-ı Kerim'de bu gençlerin 309 yıl mağarada kaldıkları ve sonra uyandıkları yazar. Daha sonra gençlerden biri acıkarak yiyecek bulmak için kente iner. İmparator Decius dönemine ait parayı görenler şaşırarak gençle birlikte mağaraya gelirler. Gençler Tanrı'nın kendilerini bu uykuya yatırdığını söylerler ve tekrar ölüm uykusuna yatarlar. İmparator mağaranın ağzını kapatarak bir mescit yaptırır. Belgeselde mağara kültürü de anlatılmaktadır.

Kaynak - TRT Radyo ve Televizyon Dergisi / Sayı 88

4.2.      Dizi Film
“Mağara arkadaşları adıyla iki t.v. kanalında gösterilen Ashab-ı Kehf dizisi 14 bölümden oluşmaktadır. 2001 yılı Ramazan ayında televizyonda gösterilen dizi İran yapımıdır. Bu dizi film daha sonra CD olarak piyasaya çıkmış hatta bazı gazeteler tarafından promosyon olarak dağıtılmıştır. Bununla ilgili bir gazetenin televizyon sayfası haberi aşağıdadır:
“Bir gecede yüzlerce yıl”

Mağara Arkadaşları / KANAL 7 15.15 
Yön.: Farajullah Silahshur 
Oyn.: Jafar Dahkan, Mahtap Qerameti, Jihanbahsh Soltani. 
Mağara Arkadaşları (Ashab-ı Kehf) İslam kaynaklarının yanı sıra Hıristiyan kaynaklarından da yararlanılarak hazırlanan hikayede; Roma İmparatorluğu’nun doğuşundan 890 yıl sonra yaşanmış olaylar anlatılıyor. Hazreti İsa’nın doğumundan 137, Roma İmparatorluğu’nun doğuşundan 890 yıl sonra yaşanmış gerçek bir olaydan alınan dizi, Ramazan ayı boyunca seyirciyle buluşuyor. Putlara tapan Romalılar ile her türlü baskıya rağmen tek İlah’a olan inançlarını haykıran Hazreti İsa’nın öğretisine sadık İseviler arasında süren büyük mücadele ve işkenceden kaçarken bir gecede yüzlerce yıllık uykuya dalan yedi kişinin mucizesi, Mağara Arkadaşları (Ashab-ı Kehf)'in hikayesi”(Zaman 27.11.2001)
Zulme karşı boyun eğmeyen genç yürekler. Onlar, hakikatleri inkar edenlerle yollarını ayırdılar. Allah onları zalimlerin elinden kurtardı ve kıyamete kadar anılacak bir mucize yaptı. 300 yılı aşkın bir süre mağarada uyuyan imanlı gençlerin derslerle yüklü hayat hikayesi... Yönetmen : Farajullah Silahjur Oyuncular : Jafar Dahkan - Mahtab Querameti - Jihanbahsh Soltani Hossein Yari - Reza İranmanash

Program Kimliği
Yönetmen : Farajullah Silahjur
   Oyuncular : Jafar Dahkan-Mahtab Querameti- Jihanbahsh Soltani Hossein Yari- Reza İranmanash
   Yayın Günü ve Saati : Pazartesi 20:00 - Cumartesi 21:00
   Kategorisi : Prime Time
   Yayın Periyodu : Haftada 1 Gün 18 Bölüm
   Süre :  45 Dk.
   Yayın Formatı : Bant
   Program Türü : Dizi

4.3.      Sinema filmi
Uzun Gece-Eshab-Kehf, sinema filmi olarak çekilmiş, daha sonra 2 CD halinde piyasaya sürülmüştür. Filmin süresi 120 dakikadır. İFPAŞ!ın yapımcılığını üstlendiği filmin yönetmeni ve senaristi Aykut Düz’ dür. Başrollerde ise Salih Kırmızı, Ümit Acar ve Cem Akyoldaş yer almaktadır.
VCD tanıtımında konusu şöyle ifade edilmektedir:
Konu : Roma imparatorlarından Domityanus veya Dakyanus, zalim putperest biriydi. Tanrılığını ilan etti. Efsus, yani Tarsus’ta zulmüne katlanamayan yedi genç, şehirden 15 km. uzakta bir mağarada saklandılar, uyuya kaldılar. 300 sene sonra imparator Teodos zamanında uyandılar. Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenus, Kefeştatayyuş ve köpekleri Kıtmir’in her şeyin değiştiği bir dünyada yüzlerce yıl önceki mantık, anlayış, adet, gelenek – görenek ve paraları ile ne durumlara düştüklerinin filmi.
2006 yılında Mersin'in Tarsus ilçesi'ndeki "Eshab-ı Kehf”in tanıtılması amacıyla Rüştü Aydın'ın yönetmenliğinde Kıtmir-Eshab-ı Kehf filmi çekiliyor. Basında ve internetteki haber sitelerinde yer alan bilgilere göre görüntü yönetmenliğini Yasin Korkmaz'ın üstlendiği filmin oyuncuları Tarsuslular arasından seçilecek. Filmde, geçmişten günümüze kadar geçen süreç güncel bir tarz ile anlatılacak.
Filmin yönetmeni Aydın, Eshab-ı Kehf öyküsünün Kur'an-ı Kerim'de sure ve ayet ile anlatılması dolayısıyla insanların ilgisini çektiğini belirtiyor. Aydın, “Halk arasında Yedi Uyurlar olarak bilinen Eshab-ı Kehf öyküsünü, efsanede adı geçen köpeğin (Kıtmir) adı ile çekeceğiz. Gençlerin, kendileri gibi inancı olan insanları hunharca öldürüp kale kapılarına asan zalim Kral Dekyanus ile verdiği yaşam mücadelesinin ele alındığı filmde, hem güncellik hem de geçmiş bir arada canlandırılacak.” diyor. Önümüzdeki hafta çekimlerine başlanacak film, mart ayı sonunda tamamlanacak.

Eshab-ı Kehf’in hikâyesi:

Eshab-ı Kehf hadisesi Kur'an-ı Kerim'de “yeniden dirilme” inancının delilleri arasında gösterilir. Buna göre; Efsus ya da Yarpuz denilen bir şehirde Dakyanus adında zalim bir hükümdar, halkı kendisine ve putlarına taptırırmış. Allah'ın varlığına ve birliğine inanan birkaç genç ise gizlice ibadet ederek bu zalimin buyruğu dışına çıkarlarmış. Dakyanus'tan kaçan gençler, bir çobana rastlarlar. Çoban ve Kıtmir adındaki köpeği de onlara katılır. Çobanın bildiği bir mağaraya sığınan Eshab-ı Kehf burada uykuya dalar. Kralın vezirleri mağarayı bulurlar ve ağzını kapatırlar. Eshab-ı Kehf, bir rivayete göre 309 sene burada kalır. Uyandıklarında, içlerinden Yemliha'yı şehre ekmek almaya gönderirler. Şehirde, Dakyanus zamanından kalma para ile alışveriş yapmak isteyen Yemliha'dan şüphelenen halk, onu mahkemeye çıkartır. Yemliha, delil için kalabalığı mağaranın olduğu yere getirir. Ancak, mağarada kendisini bekleyen arkadaşlarının korkabileceğinden bahisle, içeriye yalnız girip onlara durumu anlatacağını söyleyerek ayrılır ve sır olup gider
     Bilindiği gibi Yedi Uyurlar olarak bilinen Eshab-ı Kehf öyküsü, İslam Dini’nin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de sure ve ayetleri yer alırken; Hristiyanlarca da kutsal sayılmakta ve defalarca Eshab-ı Kehf filmini, çektikleri biliniyor. Tarsuslular ise; Eshab-ı Kehf filmi olan KITMİR filmini İslam inancına göre çekeceklerini söylüyorlar.

 4.4.     Teyp Kasetleri
Teyp kasetleri popüler kültürün en etkili ve yaygın araçlarındandır. Doldurulan kaset sayesinde bir müzik eseri  veya sözlü kültür milyonlara ulaşma şansına sahiptir.Yedi Uyurların mağarası olan Tarsus’taki Ashab-ı Kehf mağarasının olduğu mıntıkada bulunan, ağırlıklı olarak dini özellikle de Yedi Uyurlarla ilgili hediyelik, hatıra eşyalar satılan mini çarşıda kasetle de satılmaktadır. Burada bir radyo oyunu olarak yazılmış diğeri de ilahi-sohbet şeklinde hazırlanmış konuyla ilgili kasete rastlanmıştır.
Bant tiyatrosu veya radyo oyunu diye bilinen bu türde “ Eshab-ı Kehf-Yedi Uyurlar” adlı eser canlandırılmıştır. Osmanlı Yayınevi’nin hazırladığı bu kasette ;
Eser: Abdulkadir Dedeoğlu
Radyofonik metin: Kasım Göçmenoğlu
Yöneten: Hüseyin Avnioğlu
İsimleri göze çarpmaktadır.

            Sırt kısmında Eshab-ı Kehf kasedi, arka yüzünde Eshab-ı Kehf ve ilahileri  yazan diğer kasetin bir yüzünde ilahiler, diğer tarafında olayın anlatıldığı bir sohbet yer almaktadır.
   
İlahi kaseti
Eshab-ı Kehf ve İlahileri adlı kaset,Tarsus’daki Ashab-ı Kehf Mağarasının bulunduğu çarşıda satılmaktadır.Kasetin ön yüzünde Tarsus’daki mağara ve caminin yer aldığı resim ile üzerinde Eshab-ı kehf mührü ve ve eshab-ı kehf  tuğrası bulunmaktadır.Sırt kısmında Eshab-ı Kehf  Kaseti yazan  kasetin içinde  çalgılar eşliğinde  icra edilen ilahiler vardır.

4.5.      El Sanatlarına Yansımaları
Yatağanlar, Osmanlı döneminde kullanılan kısa tabanlı, ucu hafifçe eğri, iç kenarı keskin bir tür silahtır. 16. yüzyılda ortaya çıkan yatağanların ucu sivri olduğundan hem kesici hem de delici işlevleri vardır. Osmanlı kara ve deniz askerlerince beldeki kuşağa yatay olarak yerleştirildiğinden bu adla anılır. Yatağanların kabzaları fildişi süslemeli, tabanları ve kınları zengin bezemeli örnekleri bulunmaktadır.
Bosna’da bulunan ve Zagreb’deki  müzede sergilenen Ömer adlı bir ustanın yaptığı(1826-1827) yatağan kılıçta  da yedi uyurların isimleri yer almaktadır.Kemik kabzalı ve çelik olan kılıcın bir yüzünde süslemeli olarak   “Yaratıcıma ,kölesi Emin’e güvenimi belirtirim.O.asil ve ebedi olan  bu bıçağı doğru kıl.O.doğru kıldığı sürece onun sahibinin düşmesine müsaade etme.Muhammed’i senin takipcin Emin’e şefaatçı kıl” sözleri.diğer yüzünde ise “Sahip ve taşıyıcı Emin Ağa .1242 Yemliha ,Meskelina.Meslina,Mernuş,Debernuş,Şazenuş,Kefeştatayuş,,Kıtmir”yazısı  vardır.
İstanbul’daki Askeri Müze’de de bunun gibi  bir  yatağan kılıçta benzer ifadeler yer almaktadır."
Eski tarihi eser müzayedesinde satılmak istenen Osmanlı mercan kakma tombaklı yatağan kılıç hakkında şu bilgileri görmekteyiz : “Kılıcın orjınal rengi ilk resimdeki gibidir.diğer resimlerde işlemeler ön plana çıkarılmıştır. Osmanlı yatağan kılıç yanaklı boynuz kabze gümüş çevrili namlu 3.5 -4 cm arası değişmekte çok temiz ve çok keskin iki tarafı gümüş kakma işlemeli ve ashab-ı keyf(yedi uyurlar) isimleri yazılı 75 cm. uzunluğunda çok heybetli bir kılıçtır. 18.yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı ordusunda genellikle piyade sınıfı olarak bilinen yeniçeri ile denizci askerleri olan levend'ler tarafından yaygın olarak kullanılan kesici bir silahtır..balkanlarda da kullanılmış hatta Sırplar arasında 19.yy'da ulusal bir nitelik haline gelmiştir. Genelde kın içinde ve beldeki silahlıkta taşınırdı,uzun olanlara ormanlıda zeybek bıçağı adı da verilirdi,çok ince ve keskin olarak iyi çelikten yapılırdı,iç bükey formlu tek ağızlı bir kılıçtır Yatağanlar üzerinde görülen süsleme ve kitabeler kakma,savat,kabartma,oyma,kazıma ve sıvama tekniği ile yapılmış ashab-ı keyf ismi-Kuran'dan ayetler,rumiler,palmetler,şemseler,salbek ve bitkisel bezemeler,mührü süleymani, çeşitli arma ve tılsımlar ile sihir sembolleri kullanılmıştır.türk maden sanatının en güzel örneklerinden olan yatağan kılıçlar dünyaya nam salmıştır.
Günümüzde bu ve benzeri eserler, manevi değerlerin ötesinde müzayedelerde satışa sunularak maddi anlamda değerlenmekte ve el değiştirmektedir.
                                                                                                              
4.5.1.      Camaltı Resimlerinde Yedi Uyuyanlar
Genellikle resim eğitimi görmemiş ve bu tekniklere dikkat etmeyen halk ressamları tarafından yapılan camaltı resimlerinde de Yedi Uyuyanları görmekteyiz. “ Eshab-ı Kehf’in (Yedi Uyurlar) isimlerinin yazılı olduğu Amentü Gemisi ise bereket getirmesi dileğiyle genelde dükkân ve işyerlerinde bulundurulurdu”(Coşkun 2001: 76).
Günümüzde bu türden çok az resim elimizde kalmıştır. Koleksiyoncuların peşinde olduğu bu eserler,ustalarının vefatıyla birlikte üretilemez  hale gelmiştir.

Ashab-ı Kehf’in sanat alanı dışında edebiyatımızın (eski – yeni) dönemine yansımış, halk edebiyatı ürünleri içinde kendine yer bulmuş çok sayıda örneği vardır. Bu konuyu başka bir yazıda ele almayı düşünüyoruz.

Dr. Abdullah DEMİRCİ

18 Haziran 2019 Salı

Dr. Abdullah Demirci ile Söyleşi - Kültür Çağlayanı Dergisi, Sayı 59

Araştırmacı Yazar ve Eğitimci
Dr. Abdullah Demirci ile Söyleşi
Söyleşi Soruları: İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi, Kasım Aralık 2019, Sayı 59

Sayın hocam, eğitimci kimliğinizin halk kültürüne ilgi duymanızda önemli bir altyapı oluşturduğu gerçeğinden hareketle halkbilimi, Türk kültürü ve özellikle Gerede kültürü üzerinde kayda değer çalışmalarınız var. Bu çalışmalarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okurken Halkbilimi dersleri ilgimi çekmişti. Türk halk kültürünü inceleyen bu alanda çalışmak hedeflerimden biri olmuştu. Nitekim üniversite sonrası dönemde bu alanda lisansüstü çalışmalarım oldu.
Yüksek lisans tezimin konusu, Bolu Gerede’ye bağlı Birinci Avşar Köyü monografisi idi. Doğduğum ve annemin köyü olan burada, köyün halk edebiyatı ürünlerini, gelenek göreneklerini ele aldım. Derleyip, yazıya geçirdim. Bu, bugün için köy adına kalıcı bir eser oldu. Çünkü o zaman konuştuğum, bilgi aldığım birçok kişi bugün hayatta değil. Gerede ile ilgili kültürel çalışmalarım, incelemelerim yayınlandı.

Araştırmacı yönünüzü özellikle halk edebiyatı ve kültürü üzerine yoğunlaştırırken neleri gözetiyorsunuz?

Özelde halk edebiyatı, genelde halk kültürü üzerinde araştırmalarımda ele aldığım konunun özgün olması benim için önemlidir. Yani o alanda daha önce çalışılmamış olması hem bir yenilik hem de bir katkı getirmesi yönüyle önemlidir.

Ülkemizde ve dünyada edebiyat, halkbilimi ve şiir anlamında beğendikleriniz kimler? Onların edebi ürünlerinden, sanatlarından nasıl etkilendiniz?

Edebiyat, insanın okumakla ufkunu açan bir sanat dalıdır. Okuyana estetik ve kültürel anlamda bir zenginlik katar. Kültürü öğrenmenin, yaşatmanın yolu edebiyattan geçer. Edebiyat sayesinde sözlü olan kültür yazıya geçer ve kalıcı hale gelir. Bu yüzden başta ilk yazılı eserimiz olan Göktürk Kitabeleri ve Dîvânu Lugâti't-Türk gibi eserler edebiyatımızın ve dilimizin malzemesi olan temel eserlerdir. Bu dönemden Cumhuriyet devri edebiyatımıza kadar yazılmış bütün eserler halk kültürümüz için birer kaynaktır.

Arkeoloji, etimoloji, antropoloji, filoloji, Türkoloji, dinler tarihi gibi bilimsel dalların halk bilimine katkılarını biraz açar mısınız?

Bahsettiğiniz bu bilim dalları, halk bilimi için yazılanlara kaynak olan vazgeçilmez alanlardır. Özellikle Türkoloji, Türk Halk kültürünü derinlemesine incelemek isteyenler için bir hazinedir.

Mani, ninni, bilmece, deyim, masal, destan, bilmece gibi edebi ürünleri ilgiyle takip ettiğinizi ve zaman zaman derlemeler de yaptığınızı biliyorum. Bu çalışmalarınızdan örnekler verebilir misiniz?

Son dönemlerde özellikle atasözü ve deyimler ilgimi çekiyor. Bu alanda yazıya geçmemiş, sözlüklere girmemiş atasözü ve deyimler derliyorum. 2019 yılında olmamıza rağmen hala halkın dilinde yaşayan, zenginleşen bu türler yaşamaya devam ediyor. Mesela geçenlerde duyduğum bir söz dikkatimi çekti. ‘Elifi yüzünde/ Ekmeği dizinde’ Kötü niyeti yüzünden okunan, menfaati bitince dirsek çeviren, nimeti tepen biri olarak tanımlanan kişiler için kullanılmış bir söz bu. Eğer bu söz sözlüklerimize girmemişse halk kültürümüz yeni deyim kazanacaktır.

Özellikle Gerede kültürü noktasında sanat ve zanaat erbabıyla sık sık bir araya geliyorsunuz. Biyografi, monografi çalışmaları ve söyleşiler yaparken karşılaştığınız ilginç anılarınız var mı?

Sanat ve zanaat erbabıyla ilgili röportaj, biyografi gibi çalışmalar yaparken bu insanlarımızın ihmal edildiklerini, kendileriyle şimdiye kadar ilgilenilmediğini müşahede ettim. Popüler olmadıkları için dikkate alınmamışlar. Hâlbuki bu insanlarımız hayat tecrübesi yaşamış, bir dönemi yansıtan çınarlar.

Bir edebiyat öğretmeni olarak Türkçe dilimiz için neler söylersiniz? Özellikle gençlere dilimizin doğru kullanılması ve sahip çıkılması noktasında neler tavsiye edersiniz?

Türkçe tabi ki bizim vazgeçilemez kültür ve hayat kaynağımız. Onu layıkıyla konuşmak ve yazmak hepimizin görevi olmalıdır. Özel radyo ve televizyonlardaki bazı programlar ise Türkçe'mizi maalesef bozuyor. Gençlerimiz de onları örnek alıyor. Bu tür yayınlara dikkat çekmek, düzeltmek gerekiyor. TRT gibi resmi kanallar bu konuda daha duyarlı.

Bir edebiyat ürünü hangi beklentilerinizi karşılar ki beğeni ve duyularınızda değer bulur?

Sanat, insanın duyularına hitap eden, fikirlerin estetize edilmiş halidir. Bu şiir olabilir, hikâye, roman olabilir. Bu, insanın güzel duygularına hitap eden sanat eserleridir. İnsanı terbiye edip geliştirir. Bunun için eğitime önem vermek gerekir. Gençlerimizi, çocuklarımızı bu uğraşla tanıştırmalıyız.

Edebiyat dergilerinin yazara ve şaire katkısı noktasında neler düşünüyorsunuz?

Cemil Meriç’in deyişiyle ‘dergiler gençliğin uçan kanatlarıdır’ Özellikle edebiyat dergileri, yazar ve şair adaylarının emeklerini değerlendirecekleri yegâne araçlardır. Günümüzde buna internetteki şiir sitelerini, blogları vs. da ekleyebiliriz. Mutlaka gençlerimize katkısı olacaktır. Heyecanlarını, şevklerini canlı tutacaktır.

Türk kültür coğrafyası haritası çizersek, dünyada çok geniş bir alanı çizmiş oluruz. Anadolu başta olmak üzere Türk kültürünü daha ileri noktalara taşımak için daha farklı ne tür çalışmalar yapılabilir?

Türk kültür coğrafyası, Balkanlar’dan Sibirya’ya kadar uzanır. Bu geniş coğrafyada yaşayan Türk toplulukları kendilerine özgü gelenek görenek, hayat tarzları kısaca kültürleriyle geniş anlamda Türk kültürünün zenginliğidir. Bu toplulukları birbirine bağlayan dil ve din bağıdır. Dolayısıyla Türk coğrafyasındaki topluluklar önce birbirlerinin edebiyatını tanıyacaktır. Bu manada Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov, Türk dünyasının adeta ortak bir sesi olmuştur. Özellikle Azerbaycan Türkleri dil yakınlığı dolayısıyla edebiyatını takip edebildiğimiz bir topluluktur. Nebi Hazrî, Bahtiyar Vahapzade, Anar Rızayev Türkiye’de tanınmış edebiyatçılardır. Ortak kültür birliğini sağlamak için Türk toplulukları arasında edebi eserlerin tercümesi, aktarılması daha çok yapılmalıdır. 

Birazda öğretmenliğinizden konuşalım. Öğretmenliğin zor ve yorucu bir meslek olduğu söylenir. Lise edebiyat öğretmenimsiniz ve sizi idealist bir edebiyat öğretmeni olarak biliyorum. Öğretmen kimliğinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Öğretmenlik okuma ve okutma mesleğidir. Çocukları okuturken kendiniz de okumalısınız, kendinizi geliştirmelisiniz. Ancak günümüzde televizyon, internet oyunları, sosyal medya, okumanın önüne geçmiş gözükmektedir. Dolayısıyla öğrencilerimizi okumayla tanıştırmalı, okumayı sevdirmeliyiz. Bana göre de bunda önceliği Cumhuriyet dönemi klasiklerine vermeliyiz. Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık, Refik Halit Karay, Yahya Kemal, Arif Nihat Asya gibi edipler bizim klasiklerimizdir. Ayrıca Ömer Seyfettin’i de buna ilave etmeliyiz. Ancak gençlikle edebiyatımızın arasında bir dil uzaklığı olduğunu da gözden uzak tutmamalıyız.

Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim hocam.

Ben teşekkür ederim. Edebiyat hayatınızda başarılar dilerim.

İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi
Sayı 59, Kasım Aralık 2019

Musavver İran Sefaretnamesi Adlı Eserde Bolu ve Gerede - Dr. Abdullah Demirci

MUSAVVER  İRAN SEFARETNAMESİ ADLI ESERDE  BOLU VE GEREDE
Dr. Abdullah DEMİRCİ
Kalaba Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Edebiyat Öğretmeni (Gerede bülteni Mayıs 2019 sayı:24)

   Seyahat  notlarından veya hatıralarından ya da bir ressamın fırçasından  izlediğimiz Anadolu şehirleri; özelliği ve güzelliğiyle coğrafyamızı süsleyen kadim bir tarihî geçmişe  sahiptir. Seyyahların gözde mekânı Anadolu coğrafyası, bu yönüyle her zaman dikkatleri üzerine çekmiştir. Seyyahların gezi notlarında yer alan bilgilerin dışında Anadolu’nun bazı kadim şehirlerini kaleme alan Osman Şakir Efendi, alışılmışın dışında hem notlarıyla hem de çizdiği minyatürlerle Anadolu coğrafyasını Üsküdar’dan Tahran’a kadar resmetmiştir.

    Doğum yeri olan Yozgat’ın Bozok şehriyle şöhret kazanan Bozoklu Osman Şakir Efendi, İkinci Mahmut tarafından 1810’da İran’a gönderilen Yasincizade Abdulvehhab Efendi öncülüğündeki elçilik heyetinin Farsça mütercimi olarak görevlendirilmiş ve bu seyahat sırasında uğradığı kimi şehirleri, kendisinin çizdiği minyatürlerle Musavver İran Sefaretnamesi ismini verdiği eserinde kaleme almıştır.

Bozoklu Osman Şakir Efendi’nin 1810’daki bu görevlendirilmenin ardından İstanbul’dan hareketi ile ilk önce Üsküdar’la başlayan minyatür çizimlerini Kartal, Gebze, Hereke Hanı, İzmit, Sapanca, Geyve, Taraklı, Göynük, Mudurnu, Bolu, Köroğlu Çeşmesi, Gerede, Bayındır, Çerkeş, Karacalar, Karacaviran, Koçhisar, Tosya, Hacı Hamza, Sarmaşıkkaya, Osmancık, Dingil Hüseyin Derbendi, Merzifon, Amasya, Zengan, Siyahdihan, Ebher, Kazvin, Kışlak ve Tahran’a kadar devam ettirerek, 31 yerleşim yerini resmetmiştir. Üsküdar’da başlayan sefaretname notlarına Merzifon’a kadar kısaca yer vermiş ve bazı tarihî anekdotlarla desteklemiştir. Buradan sonraki tarihî kentlerin sadece minyatürlerini yapmıştır.TR

Sefaretnameyi yazan Bozoklu Osman Şakir Efendi aynı zamanda bir ressamdır ve uğradıkları yerleri yazmanın yanında  resimlerini de yapmıştır.Nitekim 80 varaktan oluşan sefaretnamede 31yerin resmi vardır."Sefaretnamede Tahran'a kadar olan kentlerin resimleri yapıldığı halde yazılı anlatım metinleri Merzifon'a kadardır.

“. Sefaretname içerik olarak İstanbul-Tahran güzergâhı üzerinde bulunan şehirler hakkında genel bilgiler ve güzergâh boyunca karşılaşılan tarihi yapı, cami, köprü, yazıt, han gibi kültürel değerler hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Eseri orijinal kılan hüsn-ü hatla yazılması,verdiği bilgilerin yanı sıra gidilen her şehirde konaklama veya hareket halinde iken
çizilen resimlerdir. Bu bakımdan eser sadece tarihçilik için değil aynı zamanda
mimarlık tarihi ve edebiyat alanları için de son derece önemlidir”.(Kavak 2016:2)

Yakup Öztürk’ün hazırladığı ve Büyüyen Ay yayınları tarafından 2018 yılında basılan Bozoklu Osman Şakir’in Musavver İran Sefaretnâmesi ve Fatih’ten 1914 Kuşağına Türk Resim Sanatı adlı kitapta şu bilgiler verilmektedir:

“II. Mahmud dönemi Şeyhülislamlarından Yasincizade Abdülvehhab Efendi, İran’a sefir tayin edilip yola çıktığında maiyyetinde Bozoklu Osman Şakir nâm bir mütercim de vardı. Osman Şakir Efendi, sadece Farsça mütercimliği vazifesiyle kafileye dâhil olmamış aynı zamanda Üsküdar’dan hareket eden heyetin İran’a kadar olan güzergâhını da resimlemiştir. 19 Ekim 1810 tarihinde İstanbul’dan Tahran’a yapılan yolculuğun anlatıldığı, konaklanan kasaba ve şehirlerin resmedildiği Sefaretnâme’de 31 adet resim yer almıştır. Bu suluboya resimler Osmanlı klasik resim çizgisinin son numuneleri olarak dikkati çekmektedir. Bozoklu eserini anlatırken verdiği malumatın gerçeğe aykırı düşmeyeceğini, eserin güzel bir yazı ve resimlerle desteklenerek yazıldığını ifade ettikten sonra, bu esere nazar edenlerin estetik bir haz duymalarını arzuladığını da dile getirir.

Bu eser, artık klasik anlamda minyatür sanatının terk edildiği, akabinde batılı eğitim usulünü hayata geçirecek mektepler eliyle resmin Osmanlı gençleri arasında itibar göreceği, Avrupa şehirlerine gönderilen talebelerin çağdaş batılı ressamları tanıyacağı yılların hemen öncesinde kaleme alınmıştır. Medrese tahsili almış, dinî ve beşerî ilimlerde terbiye görmüş Bozoklu Osman Şakir’in resme dair bir hassasiyete sahip olduğu aşikâr ancak fırçasından çıkan resimler ne minyatürün çizgilerini külliyen muhafaza ediyor ne de batılı gerçekçi resme hizmet ediyor. Hem klasik Türk nakşını hem de yeni teknikleri bir arada gösteriyor. Bu eserde, Bozoklu’nun resimlerinin iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı resim geleneğinin ilk devirlerine ait yolculuğumuz Yakup Öztürk'ün incelemesiyle başlamakta, ardından da Bozoklu'nun metninin çeviriyazısı ve tıpkıbasımı yer almaktadır. Eserin inceleme kısmında Fatih’in, İtalyan ressam Bellini’ye portresini yaptırması milat kabul edilmiş, 1914 Kuşağı’na kadar bu süreç getirilmiştir.”

Cahit Bilim’in İran sefaretnamesi  hakkındaki görüşü şöyledir:

 ”Sefaretname genel hatlariyle diğer Osmanlı sefaretnamelerine benzer.Örneğin sefaretname elçinin maiyetindeki tercüman tarafından yazılmıştır,misafirhanelerde veya kentin ileri gelenlerinin evlerinde kalınmıştır,uğranılan ve konaklanan yerler anlatılmış ve betimlenmiştir.Ancak bu sefaretnamenin diğerlerinden ayrı  bir takım özellikleri vardır.En başta gelen özelliği resimli olmasıdır.Bu yönden Matrakçı Nasuh'un eserine benzer.Yazar Osman Şakir Efendi aynı zamanda ressam olduğundan Batı'lı gezginlere benzer bir şekilde uğradıkları yerleri hem anlatmış hem de resimlemiştir.Bu resimlerin de kendine özgü tarafları vardır.Örneğin resimler oranın en tipik özelliğini gösteren yerlerden yapılmıştır ve detaylara yer verilmiştir.Ayrıca resimlerde perspektif yani bir ölçüde derinlik vardır.Bunun yanında resimlerde o yerlerin özellikleri belirtilmiş  oraların en tipik eserleri yapılmış ve yöre hakkında anlatılan söylenceler doğrultusunda buralar resimlerde de belirtilmiştir”(Bilim 2002:102)

“Resimli İran Sefaretnamesi'ni m.1811 tarihinde kaleme alınan Bozoklu Osman Şakir, Yasincizade'nin Farsça tercümanı olarak İran'a giderken yol izlenimlerini anlatmak için eserini yazdığını, sefaretnamenin tarih, coğrafya, nesir ve imlâyı kapsadığını belirtmiştir. Aynı zamanda iyi bir ressam ve hattat olan yazar, eserde gezip gördüğü yerlerin resimlerini de çizmiştir. Eserde 31 adet resim bulunmaktadır. Eserin son kısımlarında bazı yapraklar resimlenmiş ancak boş bırakılmıştır. O nedenle eksik kabul edebileceğimiz bu eserin şimdilik tek nüshası, İstanbul Millet Kütüphanesinde Ali Emirî, Tarih bölümü 822 numarada kayıtlıdır. 9 satırlı 55 varaktan oluşan eser müellif hattı olarak güzel bir nesih hattıyla ve harekeli olarak yazılmıştır.”(Mustafa Uluocak,2011:116) 

Mustafa Uluocak tarafından “İmlâsı Yönüyle Dikkat Çeken Bir Eser: Resimli
İran Sefaretnamesi (Metin)” şeklinde hazırlanan ve yayımlanan makalede daha çok Musavver İran Sefaretnamesi’nin metnine gramatik açıdan yaklaşılmıştır;

“ 16.yy.dan sonra standartlaşmasıyla Osmanlı Türkçesinin fonetik özelliklerinin takip edilmesi güçleşmiştir. Bu güçlüğün aşılmasında harekeli metinler bizlere yol gösterici olabilmektedir. Bu anlamda Miladi 1811’de Bozoklu Osman Şakir tarafınfan kaleme alınmış olan Resimli İran Sefaretnamesi'ni devrinin imla özelliklerini yansıtan bir eser olarak kabul edebiliriz. Bu eser, Eski Anadolu Türkçesinde dudak uyumunu bozan eklerin XVIII. yüzyıldan itibaren dudak uyumuna girmesini göstermesi açısından önem taşımaktadır.” Uluocak 2011:145)

                            MUDURNU’YA VARIŞ, BOLU  VE GEREDE

                         (Göynük’ten sonra) Elçilik kafilesi Mudurnu denilen büyük köye"gelmiştir.Elçi Abdülvahap Efendi'ye Müftü Efendi ev sahipliği yaparken,Şakir Efendi'yi de Ayan Kethüdası konuk etmiştir.Şakir Efendi bu köyde ince bir sanat dalı olduğundan söz ederek çok ince iğne imal ettiklerini ve bu kadar küçük ve ince olan iğnelere nasıl delik açıldığına hayret ettiklerini ve bunu ilgiyle seyrettikten sonra misafirhaneye geldiklerini anlatır.Mudurnu'nun resmini de bu şekilde yaptığından söz eder.Kafile Mudurnu'dan kula atlara binip Bolu tarafına hareket etmiştir.Yine seyahat sırasında birçok dağ,ova ve vadi aşılmış karla karışık yağmurdan ıslanmış ve şiddetli soğuktan üşümüş olarak Bolu'ya varmışlardır.Şakir Efendi,  Bolu'nun resmini. Abdülhamit’in (1774-1789) vezirlerinden Ahmet Paşa'nın yaptırdığı saat kulesiyle birlikte resmettiğini söyler. Bolu'ya gelindiğinde elçiye Bolu Mütesellimi ev sahipliği yapmış,Şakir Efendi'yi de "güruh-ı mekruhtan bir saygısız" evinde konuk etmiştir.Şakir Efendi hem ev sahibini ve hem de evi beğenmediğinden ve o gece pek de dinlenemediğinden söz eder.Daha sonra Bolu'yu anlatırken Bolu adının Yunanca'da ve Roma dilinde kent anlamında olduğunu söyler.Ertesi gün Ramazan Bayramı olduğundan saat 03.00'den sonra tepeler,parlak ağaçlar,güzel doğa seyredilerek  Çağa Gölü civarındaki Köroğlu Çeşmesi denilen yere gelinmiştir•Kafile, oradaki derbentde mola vererek dinlenmiştir.Şakir Efendi buradaki dağların güzelliğinden söz eder. 

Şakir Efendi,  burada gördüğü kitabeyi kağıda yazdıktan sonra yine atlara binip iki kol halinde on iki saat gittikten sonra gece saat 04.00'de Gerede'ye vardıklarını söyler.Burada elçiyi Müftü Efendi, Şakir Efendi'yi de "bir kibar insan" konuk etmiştir.Şakir Efendi havanın çok soğuk olduğunu ve ev sahiplerinin ne kadar ateş yaksa da ısınamadıklarını  ve şiddetli dolu sesinden uyuyamadıklarını söyler.Şakir Efendi  Gerede'nin ikliminden söz ederken "Gerede'nin kışı ünlü imiş. Kışın Gerede'ye gelen biri bu havalar nedeniyle havalar ısınıp güzelleşene kadar burada kalırmış" diyerek anlatılanları  naklederek kasabada kardan başka bir şey olmadığını söyler.(Bilim 2002:277)

                                        GEREDE’NİN TASVİRİ

Sefaretnamenin orijinal 23 ve 24. Sayfalarında Gerede şöyle anlatılmaktadır:

“Ol taşdan hutut-mezkureyi kağıda nakilden sonra yine meta-yı matiyyemizesüvar olup nice girdab-ı tin ve varta-i  zahmet-karin içre pa-yı peresimiz dahil u haric olarak on iki saat güzeşte oldukda  gice saat dörtde  Gerede’ye duhulümüz ve ol mebradeye vusulümüz vaki oldu.Sefir-i mezburu müfti efendiyeve bu dailerini bir serdar-ı behredar-ı hub-girdara mihman eylediler.Amma bizbanımız her ne kadar ikad-ı nar eyler ise anide na-bud  ve şiddet-iberdden hab u rahatımız mefkud olur idi.Gerede Zindanı elsine-i nasda darb-ı mesel olmuşdur.Meğer kesret-i berdden kinayet ve şiddet-i serd-i pür derdden ibaret imiş.Zira eyyam-ı sermada Gerede’ye varid olan piyade ta vakt-i temmuza kadar anda mahbus olup rah-ı maksuduna zehaba ve canib-i  ahere havf –ı şitadan şitaba kudreti olmadığından Gerede Zindanı durub-ı emsalden olmuşdur yoksa kasaba-i mezkurede  kal’adan haber ve zindandan eser yokdur.Seher vakti habdan bidar olup salat-ı subhu edadan sonra Gerede’nin resminde  bu mikdar ile iktifa ve bu kadarca suret-nüma kılındı.”

 Aynı sayfalardaki metinler, hazırladığı kitapta Güray Önal tarafından böyle okunduktan sonra bugünkü Türkçeye şu şekilde aktarılmıştır:

“Söz konusu taştaki  yazıları kağıda aktardıktan sonra yine bineğimize binip atımızın ayağı nice çamurlu su birikintisine ve tehlikeli çukurlara gire çıka on iki saat gittikten sonra gece saat dörtte soğuk bir yer olan Gerede’ye ulaştık. Elçimizi Müftü efendiye konuk ederken ben duacılarını da güzel huydan nasibini almış bir serdara misafir ettiler.Ama ev sahibimiz her ne kadar ateş yaksa da anında ateş bitiyor,soğuğun şiddetinden uykumuz ve rahatımız kaçıyordu.Gerede Zindanı halkın dilinde darb-ı mesel olmuştur.Meğer bu tabir ,şiddetli soğuktan ve dert çokluğundan kinaye imiş .Zira soğuk günlerde Gerede’ye yaya gelen birisi temmuz ayına kadar orada mahsur kalır ,yoluna devam edemezmiş ve kışın korkusundan ,başka hiçbir tarafa hareket edemediğinden Gerede Zindanı tabiri darb-ı mesel olmuştur.Yoksa adı geçen kasabada ne bir kale,ne de bir zindan vardır.Seher vakti uykudan uyanıp sabah namazını kıldıktan sonra Gerede’yi bu kadar resmetmekle yetindik ve böylece çizdik.”(Önal 2018;116,119)

1811 yılının Gerede’sini yazıyla ve resimle anlatan Osman Şakir Efendi, Gerede’ye ait en eski resimle bizi tanıştırmaktadır. Resimde Gerede, geniş açıklık bir alanda, ortada çatı1ı bacalı evler, ortada bir cami olarak çizilmiştir.Ayrıca Gerede’den geçen seyyahlardan biri olarak  dağarcığımıza yeni bilgiler katmıştır.

                                                                             KAYNAKÇA

Bilim, Cahit (2002), "Elçi, M.Seyyid  Abdülvahab  Efendi, Yazar, Sefaret Tercümanı  Bozoklu  Osman Şakir Efendi, Musavver İran Sefaretnamesi, OTAM Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı. 13,

Kavak ,Gülnur  (2016),Yasincizâde Abdülvehhâb Efendi ve Musavver İran Sefaretnamesi,   İstanbul Üniversitesi S.B.E. Yüksek Lisans tezi(Basılmamış)
Memioğlu, A.Zeki (2001)“Musavver İran Sefaretnamesi (1811)”, A.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
 Dergisi, Erzurum,  S. 17, s. 239

Musavver Sefaretname-i İran (2018) (Resimli İran Sefaretnamesi), Osman Şakir Efendi, İnceleme-Metin-Tıpkıbasım, Haz.Güray Önal, İstanbul , Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı yayını
  Öztürk Yakup,(2018) Bozoklu Osman Şakir’in Musavver İran Sefaretnâmesi ve Fatih’ten 1914 Kuşağına Türk Resim Sanatı İstanbul ,  Büyüyen Ay Yayınları

Uluocak ,Mustafa, “İmlâsı Yönüyle Dikkat Çeken Bir Eser: Resimliİran Sefaretnamesi (Metin)”  Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,c.12 S.20 (2011/1) s.111-149

Dr. Abdullah Demirci
Gerede Bülteni, Sayı 24
Mayıs 2019

Kara Kız Masalı - Dr. Abdullah Demirci

         KARA KIZ MASALI
 
Bir varmış, bir yokmuş. Bir köylünün kara kız adında bir ineği varmış. Bu inek çok süt verirmiş. Bu köylü bir gün dar duruma düşmüş. Bu yüzden sahibi olduğu Kara kız’ı satmak zorunda kalmış.
 
Ahıra gitmiş, Kara kız’ın yanında kendi kendine dövünüyormuş. Kara kız sahibinin dediklerini duymuş ve ona demiş ki :
 
- Ben sana süt veriyorum, yağ yapıyorsun, peynir yapıyorsun. Benim bu iyiliğimin karşılığını satmakla mı ödüyorsun?
 
Sahibi dediklerini anlamış. Ve ona düştüğü zor durumu anlatmış. İnek bunu anlayışla karşılamış. Sabahleyin sahibi ineği pazara götürmüş. “250 Liraya satıyorum” diye bağırmış. Bir adam ineğe, “Aç ağzını, dişlerine bakayım” demiş. İnek, ağzını açmış adam elini sokunca Kara Kız adamın elini ısırmış, adam, “ Ben bu ineği almam” deyip gitmiş. Bir adam gelmiş, Kara Kız’a “ayağına bakayım” demiş. Kara Kız adamı tepmiş. Adam, “Bu ineği almam” deyip vazgeçmiş. Akşam olmuş köylü ineği olan Kara Kız’ı satamamış. Onu evine götürürken ipi elinden kaçmış. Kara Kız da bir ormana kaçmış. Köylü, kendi kendine “Keşke satmasaydım” diye dövünüyormuş. Kara Kız ormanın içinde sessizlikte “Beni kurt, ayı yer” diye korkuyormuş. Bu korku esnasında kafasını bir ağaca vuruyormuş. Ağaçtan “tık tık” diye sesler gelmiş. Kara Kız ağacın boşluk olan yerine bakınca bir sandık görmüş. Onu dışarı çıkartıp boynuzuyla açmış. İçindekilerinin altın olduğunu görüp boynuzuna takarak sahibinin evine dönmüş. Kara Kız eve varıncaya kadar sabah olmuş. Kara Kız’ın sahibi bahçedeymiş. Kara Kız’ı görünce sevinmiş. Kara Kız’ın taşıdığı altın dolu sandığı görmüş ve ona “Ölsem bile bir daha seni hiç satmayacağım” demiş.
 
Yazan:Abdullah Demirci

Afşin Efsaneleri - Dr. Abdullah Demirci

AFŞİN EFSANELERİ-Abdullah Demirci
 
ÇOBANPINARI EFSANESİ
Kahramanmaraş’a bağlı Afşin ilçesinin Emirli köyünde yerden çıkan ve Çobanpınarı denilen bir su vardır. Bir gün susayan koyunlar, koyunları otlatan çobanlarını dinlemeyerek depeliyor ve tepeden aşağıya bugünkü su kaynağının olduğu yere iniyorlar. Çoban’da: “ Taş olasıcalar, beni depeliyorsunuz” diyor ve “Ya Allah” deyip hurcunu buraya basıyor ve su çıkıyor. Tepeden aşağı inmekte olan koyunlar da taş kesiliyor. Bu taş silsilesi bugün Emirli köyünde Çobanpınarı denilen mevkide suyun karşısında durmaktadır. İnanışa göre bu yüzden buradaki taşlara hiç elleyen olmaz. Yine kutsal sayılan su da hiç tükenmez. Köyün yukarısındaki depoya da su verildiği halde su hiç kesilmez.
Yine bu çoban suyu seferberlikte bir gün kurumuş. İki saat su yerine kan akmış. Gelip bakanlar ağlaşmışlar. Halk bunu harp yıllarında Maraş halkının kırılmasına bağlamaktadır. 110 sene yaşayan ebem bunu anlatmıştı.
Yedi Uyurlardan Dakyanus’un veziri olan altı kişi onun zulmünden kaçıp dağda çobana rastladıklarında çobanla birlikte yedi kişi olurlar. Susadıklarında “bize bir su” deyince çoban, asasını yere vurur ve su çıkar. Bu su kaynağına bugün Çobanpınarı denilmesinin sebebi budur. Bu su Afşin’e bağlı Emirli köyündedir. Hemen üstünde de mescit vardır. 
 
SECDE EDEN SELVİ AĞACI
Kahramanmaraş’a bağlı Afşin ilçesinin Emirli köyünde eskiden havuz olan mevkide bir selvi ağacı varmış. Bu ağacın yanında bir kadın namazlarını kılmaktadır. Yalnız Cuma günleri her namaz kılışında yanında bulunduğu selvi ağacı da onunla birlikte secde etmekte, onunla birlikte eğilmektedir. Bunu birkaç gün köylülere anlatırsa da kimse inanmaz.
Sonra ona “Madem öyle o namaz kılarken başındaki yağlığı(başörtüsünü) çıkart, ağaca bağla da inanalım” demişler. Kadında namaz esnasında selam vermeden bağından çıkarıp hemen yağlığını ağaca bağlıyor. Sabahleyin bakıyorlar ki başörtüsü selvide bağlı duruyor.
 
SÖZLÜ ASHAB-I KEHF HİKAYESİ
Yedi kişi olan ve Ashab-ı Kehf olarak adlandırılan bu gençler “bize sığınacak bir yer” deyince, çoban:”Ben Rakiym dağında bir mağara biliyorum” diyor. “Gidip oraya sığınalım, orada su da var, o sudan içeriz, azığımızı yeriz, bizi arayıp aramadıklarını buradan şehri izleyerek anlarız” diye ekliyor. Rakiym dağından bakıldığında şehri kontrol etmek mümkün. Mağara mevcut, su da mevcut. O insanlar mağaraya sığınıyorlar. Halk yakalayıp öldürmek için peşlerinden geliyor ama Cenabı Allah bu insanlara korku veriyor, mağaraya giremiyorlar. Eğer içerdelerse açlıktan ölsünler diye mağaranın ağzını taşlarla kapatıyorlar. O zaman Cenabı Allah, bunlara uyku alemi verir, uyutur ve tekrar uyandırır.
Uyandıklarında birbirleriyle “biz ne kadar uyuduk?” şeklinde tartışırlar. Biri der: “bir gün”, biri der:”yarım gün” en iyisini Allah bilir, sabah yattık, kuşluk vakti kalktık şeklinde düşünürler.
İçlerinden birini şehre ekmek almak üzere gönderirler. Onun verdiği para çok eski, geçersiz sayılır. O günün hükümdarı bunu sorguya çektiğinde bunların 309 yıl uyuduğu anlaşılır. Bu insanların ahiret gününe inanması için ibretlik bir hadise kabul edilir. Kuran’da da bundan bahsedilir.
Arkadaşları,o dönemdeki hükümdar ve yanındakilerle mağara önüne geldiklerinde onları bekletir ve kendisi mağaraya girer. Durumu mağaradaki arkadaşlarına anlatır.”biz bunlara teslim mi olalım, dua mı edelim?” derler. Arkadaşları: -“Ya Yemliha bizleri 309 sene muhafaza eden Cenabı Allah her şeye kadirdir, ona teslim olalım, dua edelim” derler.birisi dua eder, diğerleri “Amin” der. Mübarekler sır olurlar. Onların anısına İsa mescidi denilen yer inşa edilir. Ki burada Kudüs yönüne doğru yapılmış mihrap vardır. Tekrar ek yapılarak kilise inşa edilir.
Kuran-ı Kerim vahyolunduktan sonra Selçuklular döneminde burası mescit ve medreseye dönüştürülür ve ilerisine de kervansaray inşa edilir. Bu külliye üç bölümden oluşturulur. Mescit, medrese ve kervansaray.
Anlatan : Ali İŞBİLİR.
 
AFŞİN’DEKİ ASHAB-I KEHF KÜLLİYESİNİN BULUNDUĞU MEVKİDEN ÇIKAN SU VE BAKICILIK HİZMETİ
Jeoloji mühendisleri “bu Eshab-ı Kehf yöresinde su yok” dediler. Biz burada araştırma yaptırttığımızda, bir ihtiyar gelir benim çocuğuma “1982’de geldim buradaki alıç ağacının altını deştim, buradan su içtim” der. Giderken de: “Ben buradaki görevliye bu suyu doktor Osman çıkarsın, Afşin Eshab-ı Kehf’e hibe etsin dedim” der. O insan da doktor Osman’a bunu demez, su kapalı kalır.
2003 yılında o ihtiyar gelir, gene haber verir. Der ki: “Bu su çıkmadı mı yavrum?”, “çıkmadı amca” derler. “Suyun çıktığı yer neresi?” diye sorar. “işte şurası”. Şu an suyun başında olduğumuz yerden saniyede 46 litre su verdi. Hiç su yok denilen yerden, 160 metreden su çıktı. Cenabı Allah hiç su yok denilen yerden bize çok güzel bir su verdi buradan. Suyu da şimdi yanınızda akıtacağım.
“Dedem Şıh Rauf Efendi, merhum Abdulhamit döneminde –elimizde secereli, mühürlü belgesi var- o belge hala elimizde mevcuttur. Ki Eshab-ı Kehf’te hizmetli olarak kalması için dedeme görev veriliyor. Dedem vefat edince Eshab-ı Kehf’in bahçesine defnediliyor. Daha sonra “benim kefenimin ucu solmuşsa beni köpekler yesin” diye onun bir sözü var. Bizde geçen sene onun mezarının yerini değiştirmek için açtık, baktık. Elhamdürillah dediği şekilde duruyor. Biz ordan kaldırıp aşağıdaki mezarlığımıza götürdük. Ermiş bir zatmış.
Afşin’deki büyüklerimiz bize “yavrum dedeniz yanan fırının içine girdi, kırkbeş dakika rabıtaya durdu, kırk beş dakika sonra çıkardık daha peştahı ısınmamış” derlerdi. ben 

GİRESUN EFSANELERİ

GİRESUN EFSANELERİ
Adnan Alparslan
            Gedikkaya Efsanesi ve Giresun Adasının Oluşumu
            Gedikkaya, Doğu Karadeniz bölümünde Giresun ilinin Kümbet yaylası yolu üzerinde küçük bir yerdir. Burasının bundan yıllar önce Pontus Rum İmparatorluğuna dayanan bir dönemde uç kale olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Yapılan savaşlar sonucu burası yıpranmış ve kale görevini yitirmiştir. Ayrıca yapılan savaşlar sonucu Giresun ili de yıpranmıştır. Savaşların belli bir süre son bulması sonucu Giresun eşsiz bir güzelliğe sahip olmuştur. Bu kaya Giresun’un güzelliğine bakarak ağzı açık bir insanı andıracak şekilde oyulmuş.
            Günümüzde de bu kayanın ağzı Giresun’a doğru açık bir şekildedir.
            Karadeniz’in tek adası olan Giresun Adası yıllar önce Gedikkaya ile birleşik bir şekildeymiş. Bir deprem sonrasında Gedikkaya’dan bir parça koparak denizin ortasına oturmuş ve tam Gedikkaya’nın karşısına geldiğinde dibe çökerek bugünkü Giresun Adasını oluşturmuş. Bu ada Rum Padişahları zamanında bir barınak olarak kullanılmış.
Kaynak: Mustafa Genç (Kaptan)

            Gelinkaya Efsanesi  
            Yıllar önce iki genç birbirlerine delicesine aşık olmuşlar. Fakat bu sevgilerine ailesi karşıymış. Gençler ailelerinin sevgilerine karşı çıkmasına rağmen evlenmeye karar vermişler. Kızan babası onu köyün zengin bir genciyle evlendirecekmiş. Kız bu evliliğe karşıymış. Bu yüzden sevdiği genç ile evleneceği gece kaçmayı planlamış. Kızın kaçacağını duyan babası,kızının sevdiği genci öldürtmüş. Bunun üzerine kız evleneceği gece evden kaçarak canına kıymak istemiş.Kızın annesi kızının kaçmasına çok üzülmüş. Çaresiz bir şekilde beddualar etmiş. ”Kızım taş ol da şu ömrü diyara rezil ol” demiş. Kız kendini uçurumdan aşağıya atacakken taş olup kalmış.
            Günümüzde bu taş Eğribel yaylasında bir uçurumun tam sınırında durmaktadır. Bu taşın aşağılarında bir çok ev vardır. Bu taşın bu evler üzerine düşme ihtimali çok yüksek. Çünkü taş gözle görülmeden inanılamayacak bir şekilde durmaktadır.
Kaynak: Mustafa Genç (Kaptan)
  (Uğur Erdemir)

            Piraziz Efsanesi
            Piraziz,Karadeniz’in doğusunda Giresun iline bağlı küçük ve şirin bir ilçedir.Bu yerin “Piraziz” ismini almasının çok ilginç bir hikayesi vardır.Bir rivayete göre,bundan yıllar önce Şeyh Pir Aziz komutasında kırk atlı şeyh hayatlarının geri kalan kısımlarını geçirmek üzere huzurlu bir yer arayışı içine girmişler ve şimdiki Piraziz ilçesini bulunduğu yere gelmişler.Zamanla çok yaşlı olan bu şeyhlerin çoğu hayatını kaybetmişler.Şeyh Piraziz ve onun gönül dostları Şeyh İdris ve Şeyh Totak gönül dostlarının hayatlarını kaybetmelerinden dolayı birbirlerine sıkı sıkı bağlanarak sürekli ibadet yapmışlar Şeyh Piraziz,İdris ve Totak yaşayacak rahat yerler aramaya başlarlar ve bu yüzden birbirlerinden belli bir süre ayrılırlar.Huzurlu bir yer arayışı içinde bulunan Şeyhlerden Totak bugün Karagöl yaylası olarak bilinen yerin yakınlarında rahatsızlanır,kendine sığınacak küçük bir yer bulur.Bu durum Şeyh İdris’in rüyasına girer.Çok kısa bir sürede gönül dostunun yanına gelir.Şeyh Totak son zamanlarını yaşamaktadır.Kalp gözü açık olan bu dostlar helalleşti ve Totak ölür.Şeyh İdris arkadaşının defni için Pir Aziz’e seslenir.”Totak öldü,bez getir,kazma kürek tez getir.” der.Çok uzaklarda bulunan Pir Aziz arkadaşının seslenişini duyar.İdris cenaze namazını kılmaya başlar ve dördüncü tekbir sonu sağına selam verdiğinde Pir Aziz’i görür.Namazı bitirdikten sonra Pir Aziz’e “Beni böyle bir günde yalnız bırakmadığın için benim ziyaretime gelen faniler senide ziyaret etmezse şefaatimden mahrum olsun” der.Şeyh İdris ve Totak’ın mezarlarının yeri kesin olarak bilinmemektedir.Fakat Karagöl yaylası yakınlarında bir yerde olduğu bilinmektedir.Pir Aziz ise Karadeniz sahili üzerinden seksen doksan kilometre içeride bulunun Nefsi Pir Aziz köyünün merkezine yakın bir yerde kendi adına yaptırılan bir türbededir.Türbenin içerisinde Pir Aziz’in baş kısmının bulunduğu yerde bir sarık bulunmaktadır.Bu sarığın Pir Aziz’e ait olduğu söylenmektedir.Bu türbe köy halkı tarafından büyük bir titizlikle korunmaktadır.
Kaynak: Mehmet Aydemir
(65 yaşında Nefsi Piraziz köyünün
sözü geçen büyüklerindendir)

            Kar Efsanesi
            Giresun iline bağlı Karagöl yaylasında “Kaba Ali” isminde bir çoban yaşarmış.Kaba Ali,her gün koyunlarını evinin yakınlarındaki çayırlıklarda otlatır, hava kararmadan eve dönermiş.Bir sabah koyunlarını otlatmak için kapıya çıktığında o güne kadar karşılaşmadığı bir durumla karşılaşır.Evlerin üzerini kapatacak kadar çok kar görür.Hayatını kurtarması için Karadeniz sahiline inmesi gerekmektedir.Kaba Ali: “Allah’ım koyunlarımı sana emanet ediyorum” diyerek büyük bir zorlukla Karadeniz sahiline inmiş.Koyunlar Kaba Ali’nin her şeyi imiş.Bunu için çok üzülmüş.Altı ay geçince karlar eridikten sonra koyunlarının yanına gelen.Kaba Ali gördüğü manzara karşısında çok şaşırır ve sevinir.Koyunları kuzulamış hepsi altı aylık açlık döneminde hiçbir zarar görmemiştir. Kaba Ali, koyunların arasında duran sakallı ve bastonlu birini görür. Ona kim olduğunu sorar. Aldığı cevap şöyledir: “Ben sizin koyunlarınızı emanet ettiğiniz Allahüteala’nın çobanıyım” der ve oradan kaybolur.
            Bu sakallı çobanın bulunduğu yer bugün “Kırklar Tepesi” olarak bilinir.     
  Kaynak: Mehmet Aydemir

Çoban Bağırtan Suyu
Çobanın  biri Giresun İline bağlı Tamdere yaylasında koyunlarını otlatmış. Bu çobanın koyunlarından başka geçim kaynağı yokmuş. Bir gün çok acıkmış ve koyunlarından bir tanesini kesip yemiş. Koyunu yedikten sonra susamış. Susuzluğunu gidermek için soğuk yayla sularında birinin yanına gelmiş ve buradan su içmiş. Su içtikten sonra koyunun yağları çobanın boğazında donmuş kalmış ve çoban suyun başında bağıra bağıra can vermiştir. Bu yüzden bu suya çoban bağırtan suyu adı verilmiştir.
Günümüzde bu su halen durmaktadır. Bu soğuk su bir bardaktan fazla içilemeyecek kadar soğuktur.
Kaynak: Mehmet Aydemir
(Ahmet Dizdar) 

Ahıl Baba  (Hal Baba) :
Giresun’un Espiye ilçesinde Ayıbeli Yaylasına 8 km. uzaklıkta Ahıl Baba dağı vardır. Buranın şöyle bir hikayesi anlatılır.
Çok eski zamanlar bir Ahıl adında bir dede varmış. Bu dedeye köyde, köyün en yaşlı insanı olduğundan “Baba” derlermiş. Halk daha çok ona “Ahıl Baba” dermiş. Bu Ahıl Baba her gün değişik bir yere gidermiş. Bir gün bir dağ görür. Bu dağın tepesine çıkar. Bu dağın tepesinden her yer gözükürmüş. O yörenin en yüksek yerinde bulunan dağ o imiş. O zamanlar Ahıl Baba buraya alışıp her gün bu dağa çıkarmış. Bir gün bu dağa çıktığında etrafa bakarken dağın aşağısında bir savaş olduğunu görmüş. Savaştan gelen bir kurşun kalbine gelerek “Ahıl Baba”’yı öldürmüş. Ahıl Baba’nın  ölümünden sonra halk o tepeye “Ahıl Baba” ismini vermiş. O dağın tepesinde bir tane kuyu varmış, insanlar  o kuyuya para atar, dilek dilerlermiş. Şu an hala orada kuyu duruyor. (Ben oraya çıktım ve gördüm. Manzarası çok harika, sanki dünya ayaklarının altında gibidir). O tepenin ucunda bir şehit mezarı bulunmaktadır. İnsanlar oraya giderek dua okurlar. Çocuğu olmayan insanlar dilek dileyerek çocuk isterler. Bizim köyde bir çocuk bu şekilde doğmuştur. Her yaz o dağa giderler. Piknik yapılır ve dilek dilenir. Her gidenin dileğine kavuşacağına inanılır.

Kaynak: İlker Yılmaz
 (16 yaşında)