18 Haziran 2019 Salı

Dr. Abdullah Demirci ile Söyleşi - Kültür Çağlayanı Dergisi, Sayı 59

Araştırmacı Yazar ve Eğitimci
Dr. Abdullah Demirci ile Söyleşi
Söyleşi Soruları: İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi, Kasım Aralık 2019, Sayı 59

Sayın hocam, eğitimci kimliğinizin halk kültürüne ilgi duymanızda önemli bir altyapı oluşturduğu gerçeğinden hareketle halkbilimi, Türk kültürü ve özellikle Gerede kültürü üzerinde kayda değer çalışmalarınız var. Bu çalışmalarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okurken Halkbilimi dersleri ilgimi çekmişti. Türk halk kültürünü inceleyen bu alanda çalışmak hedeflerimden biri olmuştu. Nitekim üniversite sonrası dönemde bu alanda lisansüstü çalışmalarım oldu.
Yüksek lisans tezimin konusu, Bolu Gerede’ye bağlı Birinci Avşar Köyü monografisi idi. Doğduğum ve annemin köyü olan burada, köyün halk edebiyatı ürünlerini, gelenek göreneklerini ele aldım. Derleyip, yazıya geçirdim. Bu, bugün için köy adına kalıcı bir eser oldu. Çünkü o zaman konuştuğum, bilgi aldığım birçok kişi bugün hayatta değil. Gerede ile ilgili kültürel çalışmalarım, incelemelerim yayınlandı.

Araştırmacı yönünüzü özellikle halk edebiyatı ve kültürü üzerine yoğunlaştırırken neleri gözetiyorsunuz?

Özelde halk edebiyatı, genelde halk kültürü üzerinde araştırmalarımda ele aldığım konunun özgün olması benim için önemlidir. Yani o alanda daha önce çalışılmamış olması hem bir yenilik hem de bir katkı getirmesi yönüyle önemlidir.

Ülkemizde ve dünyada edebiyat, halkbilimi ve şiir anlamında beğendikleriniz kimler? Onların edebi ürünlerinden, sanatlarından nasıl etkilendiniz?

Edebiyat, insanın okumakla ufkunu açan bir sanat dalıdır. Okuyana estetik ve kültürel anlamda bir zenginlik katar. Kültürü öğrenmenin, yaşatmanın yolu edebiyattan geçer. Edebiyat sayesinde sözlü olan kültür yazıya geçer ve kalıcı hale gelir. Bu yüzden başta ilk yazılı eserimiz olan Göktürk Kitabeleri ve Dîvânu Lugâti't-Türk gibi eserler edebiyatımızın ve dilimizin malzemesi olan temel eserlerdir. Bu dönemden Cumhuriyet devri edebiyatımıza kadar yazılmış bütün eserler halk kültürümüz için birer kaynaktır.

Arkeoloji, etimoloji, antropoloji, filoloji, Türkoloji, dinler tarihi gibi bilimsel dalların halk bilimine katkılarını biraz açar mısınız?

Bahsettiğiniz bu bilim dalları, halk bilimi için yazılanlara kaynak olan vazgeçilmez alanlardır. Özellikle Türkoloji, Türk Halk kültürünü derinlemesine incelemek isteyenler için bir hazinedir.

Mani, ninni, bilmece, deyim, masal, destan, bilmece gibi edebi ürünleri ilgiyle takip ettiğinizi ve zaman zaman derlemeler de yaptığınızı biliyorum. Bu çalışmalarınızdan örnekler verebilir misiniz?

Son dönemlerde özellikle atasözü ve deyimler ilgimi çekiyor. Bu alanda yazıya geçmemiş, sözlüklere girmemiş atasözü ve deyimler derliyorum. 2019 yılında olmamıza rağmen hala halkın dilinde yaşayan, zenginleşen bu türler yaşamaya devam ediyor. Mesela geçenlerde duyduğum bir söz dikkatimi çekti. ‘Elifi yüzünde/ Ekmeği dizinde’ Kötü niyeti yüzünden okunan, menfaati bitince dirsek çeviren, nimeti tepen biri olarak tanımlanan kişiler için kullanılmış bir söz bu. Eğer bu söz sözlüklerimize girmemişse halk kültürümüz yeni deyim kazanacaktır.

Özellikle Gerede kültürü noktasında sanat ve zanaat erbabıyla sık sık bir araya geliyorsunuz. Biyografi, monografi çalışmaları ve söyleşiler yaparken karşılaştığınız ilginç anılarınız var mı?

Sanat ve zanaat erbabıyla ilgili röportaj, biyografi gibi çalışmalar yaparken bu insanlarımızın ihmal edildiklerini, kendileriyle şimdiye kadar ilgilenilmediğini müşahede ettim. Popüler olmadıkları için dikkate alınmamışlar. Hâlbuki bu insanlarımız hayat tecrübesi yaşamış, bir dönemi yansıtan çınarlar.

Bir edebiyat öğretmeni olarak Türkçe dilimiz için neler söylersiniz? Özellikle gençlere dilimizin doğru kullanılması ve sahip çıkılması noktasında neler tavsiye edersiniz?

Türkçe tabi ki bizim vazgeçilemez kültür ve hayat kaynağımız. Onu layıkıyla konuşmak ve yazmak hepimizin görevi olmalıdır. Özel radyo ve televizyonlardaki bazı programlar ise Türkçe'mizi maalesef bozuyor. Gençlerimiz de onları örnek alıyor. Bu tür yayınlara dikkat çekmek, düzeltmek gerekiyor. TRT gibi resmi kanallar bu konuda daha duyarlı.

Bir edebiyat ürünü hangi beklentilerinizi karşılar ki beğeni ve duyularınızda değer bulur?

Sanat, insanın duyularına hitap eden, fikirlerin estetize edilmiş halidir. Bu şiir olabilir, hikâye, roman olabilir. Bu, insanın güzel duygularına hitap eden sanat eserleridir. İnsanı terbiye edip geliştirir. Bunun için eğitime önem vermek gerekir. Gençlerimizi, çocuklarımızı bu uğraşla tanıştırmalıyız.

Edebiyat dergilerinin yazara ve şaire katkısı noktasında neler düşünüyorsunuz?

Cemil Meriç’in deyişiyle ‘dergiler gençliğin uçan kanatlarıdır’ Özellikle edebiyat dergileri, yazar ve şair adaylarının emeklerini değerlendirecekleri yegâne araçlardır. Günümüzde buna internetteki şiir sitelerini, blogları vs. da ekleyebiliriz. Mutlaka gençlerimize katkısı olacaktır. Heyecanlarını, şevklerini canlı tutacaktır.

Türk kültür coğrafyası haritası çizersek, dünyada çok geniş bir alanı çizmiş oluruz. Anadolu başta olmak üzere Türk kültürünü daha ileri noktalara taşımak için daha farklı ne tür çalışmalar yapılabilir?

Türk kültür coğrafyası, Balkanlar’dan Sibirya’ya kadar uzanır. Bu geniş coğrafyada yaşayan Türk toplulukları kendilerine özgü gelenek görenek, hayat tarzları kısaca kültürleriyle geniş anlamda Türk kültürünün zenginliğidir. Bu toplulukları birbirine bağlayan dil ve din bağıdır. Dolayısıyla Türk coğrafyasındaki topluluklar önce birbirlerinin edebiyatını tanıyacaktır. Bu manada Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov, Türk dünyasının adeta ortak bir sesi olmuştur. Özellikle Azerbaycan Türkleri dil yakınlığı dolayısıyla edebiyatını takip edebildiğimiz bir topluluktur. Nebi Hazrî, Bahtiyar Vahapzade, Anar Rızayev Türkiye’de tanınmış edebiyatçılardır. Ortak kültür birliğini sağlamak için Türk toplulukları arasında edebi eserlerin tercümesi, aktarılması daha çok yapılmalıdır. 

Birazda öğretmenliğinizden konuşalım. Öğretmenliğin zor ve yorucu bir meslek olduğu söylenir. Lise edebiyat öğretmenimsiniz ve sizi idealist bir edebiyat öğretmeni olarak biliyorum. Öğretmen kimliğinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Öğretmenlik okuma ve okutma mesleğidir. Çocukları okuturken kendiniz de okumalısınız, kendinizi geliştirmelisiniz. Ancak günümüzde televizyon, internet oyunları, sosyal medya, okumanın önüne geçmiş gözükmektedir. Dolayısıyla öğrencilerimizi okumayla tanıştırmalı, okumayı sevdirmeliyiz. Bana göre de bunda önceliği Cumhuriyet dönemi klasiklerine vermeliyiz. Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık, Refik Halit Karay, Yahya Kemal, Arif Nihat Asya gibi edipler bizim klasiklerimizdir. Ayrıca Ömer Seyfettin’i de buna ilave etmeliyiz. Ancak gençlikle edebiyatımızın arasında bir dil uzaklığı olduğunu da gözden uzak tutmamalıyız.

Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim hocam.

Ben teşekkür ederim. Edebiyat hayatınızda başarılar dilerim.

İlkay Coşkun
Kültür Çağlayanı Dergisi
Sayı 59, Kasım Aralık 2019

Musavver İran Sefaretnamesi Adlı Eserde Bolu ve Gerede - Dr. Abdullah Demirci

MUSAVVER  İRAN SEFARETNAMESİ ADLI ESERDE  BOLU VE GEREDE
Dr. Abdullah DEMİRCİ
Kalaba Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Edebiyat Öğretmeni (Gerede bülteni Mayıs 2019 sayı:24)

   Seyahat  notlarından veya hatıralarından ya da bir ressamın fırçasından  izlediğimiz Anadolu şehirleri; özelliği ve güzelliğiyle coğrafyamızı süsleyen kadim bir tarihî geçmişe  sahiptir. Seyyahların gözde mekânı Anadolu coğrafyası, bu yönüyle her zaman dikkatleri üzerine çekmiştir. Seyyahların gezi notlarında yer alan bilgilerin dışında Anadolu’nun bazı kadim şehirlerini kaleme alan Osman Şakir Efendi, alışılmışın dışında hem notlarıyla hem de çizdiği minyatürlerle Anadolu coğrafyasını Üsküdar’dan Tahran’a kadar resmetmiştir.

    Doğum yeri olan Yozgat’ın Bozok şehriyle şöhret kazanan Bozoklu Osman Şakir Efendi, İkinci Mahmut tarafından 1810’da İran’a gönderilen Yasincizade Abdulvehhab Efendi öncülüğündeki elçilik heyetinin Farsça mütercimi olarak görevlendirilmiş ve bu seyahat sırasında uğradığı kimi şehirleri, kendisinin çizdiği minyatürlerle Musavver İran Sefaretnamesi ismini verdiği eserinde kaleme almıştır.

Bozoklu Osman Şakir Efendi’nin 1810’daki bu görevlendirilmenin ardından İstanbul’dan hareketi ile ilk önce Üsküdar’la başlayan minyatür çizimlerini Kartal, Gebze, Hereke Hanı, İzmit, Sapanca, Geyve, Taraklı, Göynük, Mudurnu, Bolu, Köroğlu Çeşmesi, Gerede, Bayındır, Çerkeş, Karacalar, Karacaviran, Koçhisar, Tosya, Hacı Hamza, Sarmaşıkkaya, Osmancık, Dingil Hüseyin Derbendi, Merzifon, Amasya, Zengan, Siyahdihan, Ebher, Kazvin, Kışlak ve Tahran’a kadar devam ettirerek, 31 yerleşim yerini resmetmiştir. Üsküdar’da başlayan sefaretname notlarına Merzifon’a kadar kısaca yer vermiş ve bazı tarihî anekdotlarla desteklemiştir. Buradan sonraki tarihî kentlerin sadece minyatürlerini yapmıştır.TR

Sefaretnameyi yazan Bozoklu Osman Şakir Efendi aynı zamanda bir ressamdır ve uğradıkları yerleri yazmanın yanında  resimlerini de yapmıştır.Nitekim 80 varaktan oluşan sefaretnamede 31yerin resmi vardır."Sefaretnamede Tahran'a kadar olan kentlerin resimleri yapıldığı halde yazılı anlatım metinleri Merzifon'a kadardır.

“. Sefaretname içerik olarak İstanbul-Tahran güzergâhı üzerinde bulunan şehirler hakkında genel bilgiler ve güzergâh boyunca karşılaşılan tarihi yapı, cami, köprü, yazıt, han gibi kültürel değerler hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Eseri orijinal kılan hüsn-ü hatla yazılması,verdiği bilgilerin yanı sıra gidilen her şehirde konaklama veya hareket halinde iken
çizilen resimlerdir. Bu bakımdan eser sadece tarihçilik için değil aynı zamanda
mimarlık tarihi ve edebiyat alanları için de son derece önemlidir”.(Kavak 2016:2)

Yakup Öztürk’ün hazırladığı ve Büyüyen Ay yayınları tarafından 2018 yılında basılan Bozoklu Osman Şakir’in Musavver İran Sefaretnâmesi ve Fatih’ten 1914 Kuşağına Türk Resim Sanatı adlı kitapta şu bilgiler verilmektedir:

“II. Mahmud dönemi Şeyhülislamlarından Yasincizade Abdülvehhab Efendi, İran’a sefir tayin edilip yola çıktığında maiyyetinde Bozoklu Osman Şakir nâm bir mütercim de vardı. Osman Şakir Efendi, sadece Farsça mütercimliği vazifesiyle kafileye dâhil olmamış aynı zamanda Üsküdar’dan hareket eden heyetin İran’a kadar olan güzergâhını da resimlemiştir. 19 Ekim 1810 tarihinde İstanbul’dan Tahran’a yapılan yolculuğun anlatıldığı, konaklanan kasaba ve şehirlerin resmedildiği Sefaretnâme’de 31 adet resim yer almıştır. Bu suluboya resimler Osmanlı klasik resim çizgisinin son numuneleri olarak dikkati çekmektedir. Bozoklu eserini anlatırken verdiği malumatın gerçeğe aykırı düşmeyeceğini, eserin güzel bir yazı ve resimlerle desteklenerek yazıldığını ifade ettikten sonra, bu esere nazar edenlerin estetik bir haz duymalarını arzuladığını da dile getirir.

Bu eser, artık klasik anlamda minyatür sanatının terk edildiği, akabinde batılı eğitim usulünü hayata geçirecek mektepler eliyle resmin Osmanlı gençleri arasında itibar göreceği, Avrupa şehirlerine gönderilen talebelerin çağdaş batılı ressamları tanıyacağı yılların hemen öncesinde kaleme alınmıştır. Medrese tahsili almış, dinî ve beşerî ilimlerde terbiye görmüş Bozoklu Osman Şakir’in resme dair bir hassasiyete sahip olduğu aşikâr ancak fırçasından çıkan resimler ne minyatürün çizgilerini külliyen muhafaza ediyor ne de batılı gerçekçi resme hizmet ediyor. Hem klasik Türk nakşını hem de yeni teknikleri bir arada gösteriyor. Bu eserde, Bozoklu’nun resimlerinin iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı resim geleneğinin ilk devirlerine ait yolculuğumuz Yakup Öztürk'ün incelemesiyle başlamakta, ardından da Bozoklu'nun metninin çeviriyazısı ve tıpkıbasımı yer almaktadır. Eserin inceleme kısmında Fatih’in, İtalyan ressam Bellini’ye portresini yaptırması milat kabul edilmiş, 1914 Kuşağı’na kadar bu süreç getirilmiştir.”

Cahit Bilim’in İran sefaretnamesi  hakkındaki görüşü şöyledir:

 ”Sefaretname genel hatlariyle diğer Osmanlı sefaretnamelerine benzer.Örneğin sefaretname elçinin maiyetindeki tercüman tarafından yazılmıştır,misafirhanelerde veya kentin ileri gelenlerinin evlerinde kalınmıştır,uğranılan ve konaklanan yerler anlatılmış ve betimlenmiştir.Ancak bu sefaretnamenin diğerlerinden ayrı  bir takım özellikleri vardır.En başta gelen özelliği resimli olmasıdır.Bu yönden Matrakçı Nasuh'un eserine benzer.Yazar Osman Şakir Efendi aynı zamanda ressam olduğundan Batı'lı gezginlere benzer bir şekilde uğradıkları yerleri hem anlatmış hem de resimlemiştir.Bu resimlerin de kendine özgü tarafları vardır.Örneğin resimler oranın en tipik özelliğini gösteren yerlerden yapılmıştır ve detaylara yer verilmiştir.Ayrıca resimlerde perspektif yani bir ölçüde derinlik vardır.Bunun yanında resimlerde o yerlerin özellikleri belirtilmiş  oraların en tipik eserleri yapılmış ve yöre hakkında anlatılan söylenceler doğrultusunda buralar resimlerde de belirtilmiştir”(Bilim 2002:102)

“Resimli İran Sefaretnamesi'ni m.1811 tarihinde kaleme alınan Bozoklu Osman Şakir, Yasincizade'nin Farsça tercümanı olarak İran'a giderken yol izlenimlerini anlatmak için eserini yazdığını, sefaretnamenin tarih, coğrafya, nesir ve imlâyı kapsadığını belirtmiştir. Aynı zamanda iyi bir ressam ve hattat olan yazar, eserde gezip gördüğü yerlerin resimlerini de çizmiştir. Eserde 31 adet resim bulunmaktadır. Eserin son kısımlarında bazı yapraklar resimlenmiş ancak boş bırakılmıştır. O nedenle eksik kabul edebileceğimiz bu eserin şimdilik tek nüshası, İstanbul Millet Kütüphanesinde Ali Emirî, Tarih bölümü 822 numarada kayıtlıdır. 9 satırlı 55 varaktan oluşan eser müellif hattı olarak güzel bir nesih hattıyla ve harekeli olarak yazılmıştır.”(Mustafa Uluocak,2011:116) 

Mustafa Uluocak tarafından “İmlâsı Yönüyle Dikkat Çeken Bir Eser: Resimli
İran Sefaretnamesi (Metin)” şeklinde hazırlanan ve yayımlanan makalede daha çok Musavver İran Sefaretnamesi’nin metnine gramatik açıdan yaklaşılmıştır;

“ 16.yy.dan sonra standartlaşmasıyla Osmanlı Türkçesinin fonetik özelliklerinin takip edilmesi güçleşmiştir. Bu güçlüğün aşılmasında harekeli metinler bizlere yol gösterici olabilmektedir. Bu anlamda Miladi 1811’de Bozoklu Osman Şakir tarafınfan kaleme alınmış olan Resimli İran Sefaretnamesi'ni devrinin imla özelliklerini yansıtan bir eser olarak kabul edebiliriz. Bu eser, Eski Anadolu Türkçesinde dudak uyumunu bozan eklerin XVIII. yüzyıldan itibaren dudak uyumuna girmesini göstermesi açısından önem taşımaktadır.” Uluocak 2011:145)

                            MUDURNU’YA VARIŞ, BOLU  VE GEREDE

                         (Göynük’ten sonra) Elçilik kafilesi Mudurnu denilen büyük köye"gelmiştir.Elçi Abdülvahap Efendi'ye Müftü Efendi ev sahipliği yaparken,Şakir Efendi'yi de Ayan Kethüdası konuk etmiştir.Şakir Efendi bu köyde ince bir sanat dalı olduğundan söz ederek çok ince iğne imal ettiklerini ve bu kadar küçük ve ince olan iğnelere nasıl delik açıldığına hayret ettiklerini ve bunu ilgiyle seyrettikten sonra misafirhaneye geldiklerini anlatır.Mudurnu'nun resmini de bu şekilde yaptığından söz eder.Kafile Mudurnu'dan kula atlara binip Bolu tarafına hareket etmiştir.Yine seyahat sırasında birçok dağ,ova ve vadi aşılmış karla karışık yağmurdan ıslanmış ve şiddetli soğuktan üşümüş olarak Bolu'ya varmışlardır.Şakir Efendi,  Bolu'nun resmini. Abdülhamit’in (1774-1789) vezirlerinden Ahmet Paşa'nın yaptırdığı saat kulesiyle birlikte resmettiğini söyler. Bolu'ya gelindiğinde elçiye Bolu Mütesellimi ev sahipliği yapmış,Şakir Efendi'yi de "güruh-ı mekruhtan bir saygısız" evinde konuk etmiştir.Şakir Efendi hem ev sahibini ve hem de evi beğenmediğinden ve o gece pek de dinlenemediğinden söz eder.Daha sonra Bolu'yu anlatırken Bolu adının Yunanca'da ve Roma dilinde kent anlamında olduğunu söyler.Ertesi gün Ramazan Bayramı olduğundan saat 03.00'den sonra tepeler,parlak ağaçlar,güzel doğa seyredilerek  Çağa Gölü civarındaki Köroğlu Çeşmesi denilen yere gelinmiştir•Kafile, oradaki derbentde mola vererek dinlenmiştir.Şakir Efendi buradaki dağların güzelliğinden söz eder. 

Şakir Efendi,  burada gördüğü kitabeyi kağıda yazdıktan sonra yine atlara binip iki kol halinde on iki saat gittikten sonra gece saat 04.00'de Gerede'ye vardıklarını söyler.Burada elçiyi Müftü Efendi, Şakir Efendi'yi de "bir kibar insan" konuk etmiştir.Şakir Efendi havanın çok soğuk olduğunu ve ev sahiplerinin ne kadar ateş yaksa da ısınamadıklarını  ve şiddetli dolu sesinden uyuyamadıklarını söyler.Şakir Efendi  Gerede'nin ikliminden söz ederken "Gerede'nin kışı ünlü imiş. Kışın Gerede'ye gelen biri bu havalar nedeniyle havalar ısınıp güzelleşene kadar burada kalırmış" diyerek anlatılanları  naklederek kasabada kardan başka bir şey olmadığını söyler.(Bilim 2002:277)

                                        GEREDE’NİN TASVİRİ

Sefaretnamenin orijinal 23 ve 24. Sayfalarında Gerede şöyle anlatılmaktadır:

“Ol taşdan hutut-mezkureyi kağıda nakilden sonra yine meta-yı matiyyemizesüvar olup nice girdab-ı tin ve varta-i  zahmet-karin içre pa-yı peresimiz dahil u haric olarak on iki saat güzeşte oldukda  gice saat dörtde  Gerede’ye duhulümüz ve ol mebradeye vusulümüz vaki oldu.Sefir-i mezburu müfti efendiyeve bu dailerini bir serdar-ı behredar-ı hub-girdara mihman eylediler.Amma bizbanımız her ne kadar ikad-ı nar eyler ise anide na-bud  ve şiddet-iberdden hab u rahatımız mefkud olur idi.Gerede Zindanı elsine-i nasda darb-ı mesel olmuşdur.Meğer kesret-i berdden kinayet ve şiddet-i serd-i pür derdden ibaret imiş.Zira eyyam-ı sermada Gerede’ye varid olan piyade ta vakt-i temmuza kadar anda mahbus olup rah-ı maksuduna zehaba ve canib-i  ahere havf –ı şitadan şitaba kudreti olmadığından Gerede Zindanı durub-ı emsalden olmuşdur yoksa kasaba-i mezkurede  kal’adan haber ve zindandan eser yokdur.Seher vakti habdan bidar olup salat-ı subhu edadan sonra Gerede’nin resminde  bu mikdar ile iktifa ve bu kadarca suret-nüma kılındı.”

 Aynı sayfalardaki metinler, hazırladığı kitapta Güray Önal tarafından böyle okunduktan sonra bugünkü Türkçeye şu şekilde aktarılmıştır:

“Söz konusu taştaki  yazıları kağıda aktardıktan sonra yine bineğimize binip atımızın ayağı nice çamurlu su birikintisine ve tehlikeli çukurlara gire çıka on iki saat gittikten sonra gece saat dörtte soğuk bir yer olan Gerede’ye ulaştık. Elçimizi Müftü efendiye konuk ederken ben duacılarını da güzel huydan nasibini almış bir serdara misafir ettiler.Ama ev sahibimiz her ne kadar ateş yaksa da anında ateş bitiyor,soğuğun şiddetinden uykumuz ve rahatımız kaçıyordu.Gerede Zindanı halkın dilinde darb-ı mesel olmuştur.Meğer bu tabir ,şiddetli soğuktan ve dert çokluğundan kinaye imiş .Zira soğuk günlerde Gerede’ye yaya gelen birisi temmuz ayına kadar orada mahsur kalır ,yoluna devam edemezmiş ve kışın korkusundan ,başka hiçbir tarafa hareket edemediğinden Gerede Zindanı tabiri darb-ı mesel olmuştur.Yoksa adı geçen kasabada ne bir kale,ne de bir zindan vardır.Seher vakti uykudan uyanıp sabah namazını kıldıktan sonra Gerede’yi bu kadar resmetmekle yetindik ve böylece çizdik.”(Önal 2018;116,119)

1811 yılının Gerede’sini yazıyla ve resimle anlatan Osman Şakir Efendi, Gerede’ye ait en eski resimle bizi tanıştırmaktadır. Resimde Gerede, geniş açıklık bir alanda, ortada çatı1ı bacalı evler, ortada bir cami olarak çizilmiştir.Ayrıca Gerede’den geçen seyyahlardan biri olarak  dağarcığımıza yeni bilgiler katmıştır.

                                                                             KAYNAKÇA

Bilim, Cahit (2002), "Elçi, M.Seyyid  Abdülvahab  Efendi, Yazar, Sefaret Tercümanı  Bozoklu  Osman Şakir Efendi, Musavver İran Sefaretnamesi, OTAM Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı. 13,

Kavak ,Gülnur  (2016),Yasincizâde Abdülvehhâb Efendi ve Musavver İran Sefaretnamesi,   İstanbul Üniversitesi S.B.E. Yüksek Lisans tezi(Basılmamış)
Memioğlu, A.Zeki (2001)“Musavver İran Sefaretnamesi (1811)”, A.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
 Dergisi, Erzurum,  S. 17, s. 239

Musavver Sefaretname-i İran (2018) (Resimli İran Sefaretnamesi), Osman Şakir Efendi, İnceleme-Metin-Tıpkıbasım, Haz.Güray Önal, İstanbul , Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı yayını
  Öztürk Yakup,(2018) Bozoklu Osman Şakir’in Musavver İran Sefaretnâmesi ve Fatih’ten 1914 Kuşağına Türk Resim Sanatı İstanbul ,  Büyüyen Ay Yayınları

Uluocak ,Mustafa, “İmlâsı Yönüyle Dikkat Çeken Bir Eser: Resimliİran Sefaretnamesi (Metin)”  Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,c.12 S.20 (2011/1) s.111-149

Dr. Abdullah Demirci
Gerede Bülteni, Sayı 24
Mayıs 2019

Kara Kız Masalı - Dr. Abdullah Demirci

         KARA KIZ MASALI
 
Bir varmış, bir yokmuş. Bir köylünün kara kız adında bir ineği varmış. Bu inek çok süt verirmiş. Bu köylü bir gün dar duruma düşmüş. Bu yüzden sahibi olduğu Kara kız’ı satmak zorunda kalmış.
 
Ahıra gitmiş, Kara kız’ın yanında kendi kendine dövünüyormuş. Kara kız sahibinin dediklerini duymuş ve ona demiş ki :
 
- Ben sana süt veriyorum, yağ yapıyorsun, peynir yapıyorsun. Benim bu iyiliğimin karşılığını satmakla mı ödüyorsun?
 
Sahibi dediklerini anlamış. Ve ona düştüğü zor durumu anlatmış. İnek bunu anlayışla karşılamış. Sabahleyin sahibi ineği pazara götürmüş. “250 Liraya satıyorum” diye bağırmış. Bir adam ineğe, “Aç ağzını, dişlerine bakayım” demiş. İnek, ağzını açmış adam elini sokunca Kara Kız adamın elini ısırmış, adam, “ Ben bu ineği almam” deyip gitmiş. Bir adam gelmiş, Kara Kız’a “ayağına bakayım” demiş. Kara Kız adamı tepmiş. Adam, “Bu ineği almam” deyip vazgeçmiş. Akşam olmuş köylü ineği olan Kara Kız’ı satamamış. Onu evine götürürken ipi elinden kaçmış. Kara Kız da bir ormana kaçmış. Köylü, kendi kendine “Keşke satmasaydım” diye dövünüyormuş. Kara Kız ormanın içinde sessizlikte “Beni kurt, ayı yer” diye korkuyormuş. Bu korku esnasında kafasını bir ağaca vuruyormuş. Ağaçtan “tık tık” diye sesler gelmiş. Kara Kız ağacın boşluk olan yerine bakınca bir sandık görmüş. Onu dışarı çıkartıp boynuzuyla açmış. İçindekilerinin altın olduğunu görüp boynuzuna takarak sahibinin evine dönmüş. Kara Kız eve varıncaya kadar sabah olmuş. Kara Kız’ın sahibi bahçedeymiş. Kara Kız’ı görünce sevinmiş. Kara Kız’ın taşıdığı altın dolu sandığı görmüş ve ona “Ölsem bile bir daha seni hiç satmayacağım” demiş.
 
Yazan:Abdullah Demirci

Afşin Efsaneleri - Dr. Abdullah Demirci

AFŞİN EFSANELERİ-Abdullah Demirci
 
ÇOBANPINARI EFSANESİ
Kahramanmaraş’a bağlı Afşin ilçesinin Emirli köyünde yerden çıkan ve Çobanpınarı denilen bir su vardır. Bir gün susayan koyunlar, koyunları otlatan çobanlarını dinlemeyerek depeliyor ve tepeden aşağıya bugünkü su kaynağının olduğu yere iniyorlar. Çoban’da: “ Taş olasıcalar, beni depeliyorsunuz” diyor ve “Ya Allah” deyip hurcunu buraya basıyor ve su çıkıyor. Tepeden aşağı inmekte olan koyunlar da taş kesiliyor. Bu taş silsilesi bugün Emirli köyünde Çobanpınarı denilen mevkide suyun karşısında durmaktadır. İnanışa göre bu yüzden buradaki taşlara hiç elleyen olmaz. Yine kutsal sayılan su da hiç tükenmez. Köyün yukarısındaki depoya da su verildiği halde su hiç kesilmez.
Yine bu çoban suyu seferberlikte bir gün kurumuş. İki saat su yerine kan akmış. Gelip bakanlar ağlaşmışlar. Halk bunu harp yıllarında Maraş halkının kırılmasına bağlamaktadır. 110 sene yaşayan ebem bunu anlatmıştı.
Yedi Uyurlardan Dakyanus’un veziri olan altı kişi onun zulmünden kaçıp dağda çobana rastladıklarında çobanla birlikte yedi kişi olurlar. Susadıklarında “bize bir su” deyince çoban, asasını yere vurur ve su çıkar. Bu su kaynağına bugün Çobanpınarı denilmesinin sebebi budur. Bu su Afşin’e bağlı Emirli köyündedir. Hemen üstünde de mescit vardır. 
 
SECDE EDEN SELVİ AĞACI
Kahramanmaraş’a bağlı Afşin ilçesinin Emirli köyünde eskiden havuz olan mevkide bir selvi ağacı varmış. Bu ağacın yanında bir kadın namazlarını kılmaktadır. Yalnız Cuma günleri her namaz kılışında yanında bulunduğu selvi ağacı da onunla birlikte secde etmekte, onunla birlikte eğilmektedir. Bunu birkaç gün köylülere anlatırsa da kimse inanmaz.
Sonra ona “Madem öyle o namaz kılarken başındaki yağlığı(başörtüsünü) çıkart, ağaca bağla da inanalım” demişler. Kadında namaz esnasında selam vermeden bağından çıkarıp hemen yağlığını ağaca bağlıyor. Sabahleyin bakıyorlar ki başörtüsü selvide bağlı duruyor.
 
SÖZLÜ ASHAB-I KEHF HİKAYESİ
Yedi kişi olan ve Ashab-ı Kehf olarak adlandırılan bu gençler “bize sığınacak bir yer” deyince, çoban:”Ben Rakiym dağında bir mağara biliyorum” diyor. “Gidip oraya sığınalım, orada su da var, o sudan içeriz, azığımızı yeriz, bizi arayıp aramadıklarını buradan şehri izleyerek anlarız” diye ekliyor. Rakiym dağından bakıldığında şehri kontrol etmek mümkün. Mağara mevcut, su da mevcut. O insanlar mağaraya sığınıyorlar. Halk yakalayıp öldürmek için peşlerinden geliyor ama Cenabı Allah bu insanlara korku veriyor, mağaraya giremiyorlar. Eğer içerdelerse açlıktan ölsünler diye mağaranın ağzını taşlarla kapatıyorlar. O zaman Cenabı Allah, bunlara uyku alemi verir, uyutur ve tekrar uyandırır.
Uyandıklarında birbirleriyle “biz ne kadar uyuduk?” şeklinde tartışırlar. Biri der: “bir gün”, biri der:”yarım gün” en iyisini Allah bilir, sabah yattık, kuşluk vakti kalktık şeklinde düşünürler.
İçlerinden birini şehre ekmek almak üzere gönderirler. Onun verdiği para çok eski, geçersiz sayılır. O günün hükümdarı bunu sorguya çektiğinde bunların 309 yıl uyuduğu anlaşılır. Bu insanların ahiret gününe inanması için ibretlik bir hadise kabul edilir. Kuran’da da bundan bahsedilir.
Arkadaşları,o dönemdeki hükümdar ve yanındakilerle mağara önüne geldiklerinde onları bekletir ve kendisi mağaraya girer. Durumu mağaradaki arkadaşlarına anlatır.”biz bunlara teslim mi olalım, dua mı edelim?” derler. Arkadaşları: -“Ya Yemliha bizleri 309 sene muhafaza eden Cenabı Allah her şeye kadirdir, ona teslim olalım, dua edelim” derler.birisi dua eder, diğerleri “Amin” der. Mübarekler sır olurlar. Onların anısına İsa mescidi denilen yer inşa edilir. Ki burada Kudüs yönüne doğru yapılmış mihrap vardır. Tekrar ek yapılarak kilise inşa edilir.
Kuran-ı Kerim vahyolunduktan sonra Selçuklular döneminde burası mescit ve medreseye dönüştürülür ve ilerisine de kervansaray inşa edilir. Bu külliye üç bölümden oluşturulur. Mescit, medrese ve kervansaray.
Anlatan : Ali İŞBİLİR.
 
AFŞİN’DEKİ ASHAB-I KEHF KÜLLİYESİNİN BULUNDUĞU MEVKİDEN ÇIKAN SU VE BAKICILIK HİZMETİ
Jeoloji mühendisleri “bu Eshab-ı Kehf yöresinde su yok” dediler. Biz burada araştırma yaptırttığımızda, bir ihtiyar gelir benim çocuğuma “1982’de geldim buradaki alıç ağacının altını deştim, buradan su içtim” der. Giderken de: “Ben buradaki görevliye bu suyu doktor Osman çıkarsın, Afşin Eshab-ı Kehf’e hibe etsin dedim” der. O insan da doktor Osman’a bunu demez, su kapalı kalır.
2003 yılında o ihtiyar gelir, gene haber verir. Der ki: “Bu su çıkmadı mı yavrum?”, “çıkmadı amca” derler. “Suyun çıktığı yer neresi?” diye sorar. “işte şurası”. Şu an suyun başında olduğumuz yerden saniyede 46 litre su verdi. Hiç su yok denilen yerden, 160 metreden su çıktı. Cenabı Allah hiç su yok denilen yerden bize çok güzel bir su verdi buradan. Suyu da şimdi yanınızda akıtacağım.
“Dedem Şıh Rauf Efendi, merhum Abdulhamit döneminde –elimizde secereli, mühürlü belgesi var- o belge hala elimizde mevcuttur. Ki Eshab-ı Kehf’te hizmetli olarak kalması için dedeme görev veriliyor. Dedem vefat edince Eshab-ı Kehf’in bahçesine defnediliyor. Daha sonra “benim kefenimin ucu solmuşsa beni köpekler yesin” diye onun bir sözü var. Bizde geçen sene onun mezarının yerini değiştirmek için açtık, baktık. Elhamdürillah dediği şekilde duruyor. Biz ordan kaldırıp aşağıdaki mezarlığımıza götürdük. Ermiş bir zatmış.
Afşin’deki büyüklerimiz bize “yavrum dedeniz yanan fırının içine girdi, kırkbeş dakika rabıtaya durdu, kırk beş dakika sonra çıkardık daha peştahı ısınmamış” derlerdi. ben 

GİRESUN EFSANELERİ

GİRESUN EFSANELERİ
Adnan Alparslan
            Gedikkaya Efsanesi ve Giresun Adasının Oluşumu
            Gedikkaya, Doğu Karadeniz bölümünde Giresun ilinin Kümbet yaylası yolu üzerinde küçük bir yerdir. Burasının bundan yıllar önce Pontus Rum İmparatorluğuna dayanan bir dönemde uç kale olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Yapılan savaşlar sonucu burası yıpranmış ve kale görevini yitirmiştir. Ayrıca yapılan savaşlar sonucu Giresun ili de yıpranmıştır. Savaşların belli bir süre son bulması sonucu Giresun eşsiz bir güzelliğe sahip olmuştur. Bu kaya Giresun’un güzelliğine bakarak ağzı açık bir insanı andıracak şekilde oyulmuş.
            Günümüzde de bu kayanın ağzı Giresun’a doğru açık bir şekildedir.
            Karadeniz’in tek adası olan Giresun Adası yıllar önce Gedikkaya ile birleşik bir şekildeymiş. Bir deprem sonrasında Gedikkaya’dan bir parça koparak denizin ortasına oturmuş ve tam Gedikkaya’nın karşısına geldiğinde dibe çökerek bugünkü Giresun Adasını oluşturmuş. Bu ada Rum Padişahları zamanında bir barınak olarak kullanılmış.
Kaynak: Mustafa Genç (Kaptan)

            Gelinkaya Efsanesi  
            Yıllar önce iki genç birbirlerine delicesine aşık olmuşlar. Fakat bu sevgilerine ailesi karşıymış. Gençler ailelerinin sevgilerine karşı çıkmasına rağmen evlenmeye karar vermişler. Kızan babası onu köyün zengin bir genciyle evlendirecekmiş. Kız bu evliliğe karşıymış. Bu yüzden sevdiği genç ile evleneceği gece kaçmayı planlamış. Kızın kaçacağını duyan babası,kızının sevdiği genci öldürtmüş. Bunun üzerine kız evleneceği gece evden kaçarak canına kıymak istemiş.Kızın annesi kızının kaçmasına çok üzülmüş. Çaresiz bir şekilde beddualar etmiş. ”Kızım taş ol da şu ömrü diyara rezil ol” demiş. Kız kendini uçurumdan aşağıya atacakken taş olup kalmış.
            Günümüzde bu taş Eğribel yaylasında bir uçurumun tam sınırında durmaktadır. Bu taşın aşağılarında bir çok ev vardır. Bu taşın bu evler üzerine düşme ihtimali çok yüksek. Çünkü taş gözle görülmeden inanılamayacak bir şekilde durmaktadır.
Kaynak: Mustafa Genç (Kaptan)
  (Uğur Erdemir)

            Piraziz Efsanesi
            Piraziz,Karadeniz’in doğusunda Giresun iline bağlı küçük ve şirin bir ilçedir.Bu yerin “Piraziz” ismini almasının çok ilginç bir hikayesi vardır.Bir rivayete göre,bundan yıllar önce Şeyh Pir Aziz komutasında kırk atlı şeyh hayatlarının geri kalan kısımlarını geçirmek üzere huzurlu bir yer arayışı içine girmişler ve şimdiki Piraziz ilçesini bulunduğu yere gelmişler.Zamanla çok yaşlı olan bu şeyhlerin çoğu hayatını kaybetmişler.Şeyh Piraziz ve onun gönül dostları Şeyh İdris ve Şeyh Totak gönül dostlarının hayatlarını kaybetmelerinden dolayı birbirlerine sıkı sıkı bağlanarak sürekli ibadet yapmışlar Şeyh Piraziz,İdris ve Totak yaşayacak rahat yerler aramaya başlarlar ve bu yüzden birbirlerinden belli bir süre ayrılırlar.Huzurlu bir yer arayışı içinde bulunan Şeyhlerden Totak bugün Karagöl yaylası olarak bilinen yerin yakınlarında rahatsızlanır,kendine sığınacak küçük bir yer bulur.Bu durum Şeyh İdris’in rüyasına girer.Çok kısa bir sürede gönül dostunun yanına gelir.Şeyh Totak son zamanlarını yaşamaktadır.Kalp gözü açık olan bu dostlar helalleşti ve Totak ölür.Şeyh İdris arkadaşının defni için Pir Aziz’e seslenir.”Totak öldü,bez getir,kazma kürek tez getir.” der.Çok uzaklarda bulunan Pir Aziz arkadaşının seslenişini duyar.İdris cenaze namazını kılmaya başlar ve dördüncü tekbir sonu sağına selam verdiğinde Pir Aziz’i görür.Namazı bitirdikten sonra Pir Aziz’e “Beni böyle bir günde yalnız bırakmadığın için benim ziyaretime gelen faniler senide ziyaret etmezse şefaatimden mahrum olsun” der.Şeyh İdris ve Totak’ın mezarlarının yeri kesin olarak bilinmemektedir.Fakat Karagöl yaylası yakınlarında bir yerde olduğu bilinmektedir.Pir Aziz ise Karadeniz sahili üzerinden seksen doksan kilometre içeride bulunun Nefsi Pir Aziz köyünün merkezine yakın bir yerde kendi adına yaptırılan bir türbededir.Türbenin içerisinde Pir Aziz’in baş kısmının bulunduğu yerde bir sarık bulunmaktadır.Bu sarığın Pir Aziz’e ait olduğu söylenmektedir.Bu türbe köy halkı tarafından büyük bir titizlikle korunmaktadır.
Kaynak: Mehmet Aydemir
(65 yaşında Nefsi Piraziz köyünün
sözü geçen büyüklerindendir)

            Kar Efsanesi
            Giresun iline bağlı Karagöl yaylasında “Kaba Ali” isminde bir çoban yaşarmış.Kaba Ali,her gün koyunlarını evinin yakınlarındaki çayırlıklarda otlatır, hava kararmadan eve dönermiş.Bir sabah koyunlarını otlatmak için kapıya çıktığında o güne kadar karşılaşmadığı bir durumla karşılaşır.Evlerin üzerini kapatacak kadar çok kar görür.Hayatını kurtarması için Karadeniz sahiline inmesi gerekmektedir.Kaba Ali: “Allah’ım koyunlarımı sana emanet ediyorum” diyerek büyük bir zorlukla Karadeniz sahiline inmiş.Koyunlar Kaba Ali’nin her şeyi imiş.Bunu için çok üzülmüş.Altı ay geçince karlar eridikten sonra koyunlarının yanına gelen.Kaba Ali gördüğü manzara karşısında çok şaşırır ve sevinir.Koyunları kuzulamış hepsi altı aylık açlık döneminde hiçbir zarar görmemiştir. Kaba Ali, koyunların arasında duran sakallı ve bastonlu birini görür. Ona kim olduğunu sorar. Aldığı cevap şöyledir: “Ben sizin koyunlarınızı emanet ettiğiniz Allahüteala’nın çobanıyım” der ve oradan kaybolur.
            Bu sakallı çobanın bulunduğu yer bugün “Kırklar Tepesi” olarak bilinir.     
  Kaynak: Mehmet Aydemir

Çoban Bağırtan Suyu
Çobanın  biri Giresun İline bağlı Tamdere yaylasında koyunlarını otlatmış. Bu çobanın koyunlarından başka geçim kaynağı yokmuş. Bir gün çok acıkmış ve koyunlarından bir tanesini kesip yemiş. Koyunu yedikten sonra susamış. Susuzluğunu gidermek için soğuk yayla sularında birinin yanına gelmiş ve buradan su içmiş. Su içtikten sonra koyunun yağları çobanın boğazında donmuş kalmış ve çoban suyun başında bağıra bağıra can vermiştir. Bu yüzden bu suya çoban bağırtan suyu adı verilmiştir.
Günümüzde bu su halen durmaktadır. Bu soğuk su bir bardaktan fazla içilemeyecek kadar soğuktur.
Kaynak: Mehmet Aydemir
(Ahmet Dizdar) 

Ahıl Baba  (Hal Baba) :
Giresun’un Espiye ilçesinde Ayıbeli Yaylasına 8 km. uzaklıkta Ahıl Baba dağı vardır. Buranın şöyle bir hikayesi anlatılır.
Çok eski zamanlar bir Ahıl adında bir dede varmış. Bu dedeye köyde, köyün en yaşlı insanı olduğundan “Baba” derlermiş. Halk daha çok ona “Ahıl Baba” dermiş. Bu Ahıl Baba her gün değişik bir yere gidermiş. Bir gün bir dağ görür. Bu dağın tepesine çıkar. Bu dağın tepesinden her yer gözükürmüş. O yörenin en yüksek yerinde bulunan dağ o imiş. O zamanlar Ahıl Baba buraya alışıp her gün bu dağa çıkarmış. Bir gün bu dağa çıktığında etrafa bakarken dağın aşağısında bir savaş olduğunu görmüş. Savaştan gelen bir kurşun kalbine gelerek “Ahıl Baba”’yı öldürmüş. Ahıl Baba’nın  ölümünden sonra halk o tepeye “Ahıl Baba” ismini vermiş. O dağın tepesinde bir tane kuyu varmış, insanlar  o kuyuya para atar, dilek dilerlermiş. Şu an hala orada kuyu duruyor. (Ben oraya çıktım ve gördüm. Manzarası çok harika, sanki dünya ayaklarının altında gibidir). O tepenin ucunda bir şehit mezarı bulunmaktadır. İnsanlar oraya giderek dua okurlar. Çocuğu olmayan insanlar dilek dileyerek çocuk isterler. Bizim köyde bir çocuk bu şekilde doğmuştur. Her yaz o dağa giderler. Piknik yapılır ve dilek dilenir. Her gidenin dileğine kavuşacağına inanılır.

Kaynak: İlker Yılmaz
 (16 yaşında)

Gerede Sempozyum Bildirisi - Dr. Abdullah Demirci

Gerede Sempozyumuna Bildiri Özeti

BİLDİRİ ÖZETİ
GEREDELİ HALK ŞAİRLERİ HAKKINDA
ABOUT FOLK POETS OF GEREDE
  Dr.Abdullah DEMİRCİ
abdullahekrem@mynet.com

Gerede, eski bir tarihe sahip olmakla beraber Selçuklular döneminden beri Oğuz Türklerinin iskan olduğu bir bölgedir. Bunu ilçedeki köy adlarından da anlayabiliriz. İlçedeki medreselerin oldukça eski tarihlere dayanması ve yaygın olması da halkın kültürel bakımdan gelişmesini sağlamıştır.

Yörede Türk halk şiirinin zengin iki kaynağı olan tasavvufi şiirde ve halk şiirinde birçok şair yetişmiştir. Özellikle tasavvuf alanında şiir yazan birçok şair vardır. Bu başka bir bildirinin konusudur.

Bununla beraber en çok ismini duyurmuş Köroğlu ve şair Dertli ile başlayan bir halk şiiri günümüzde de devam etmektedir.Bildirimizde bugün Dörtdivan’ın Aşağı Sayıklar köyünden olduğu için Dörtdivanlı sayılan Köroğlu ve Yeniçağalı kabul edilen ve hakkında çok sayıda yayın bulunan Dertli dışında kalan, başta onun çırağı Aşık Figani olmak üzere köylerde yetişmiş kalem şuarası halk şairleri mevcuttur. Hakani, Ramazan Çelikbaş, Muharrem Özdoğan belli başlı isimlerdir. Halen ikisi yaşayan bu şairlerimizi tanıtmak bildirimizin konusu oluşturmaktadır. Bildirimizde hayat hikayeleriyle beraber ,şairlerimizin dünyaya bakış  açıları değerlendirecektir.

Gerede Çoğulu Köyü - Hasan Dinç

YAYIN-TANITIM
ÇOĞULU KÖYÜ’NÜN KİTABI YAYINLANDI
 
Emekli öğretmen-öğretim görevlisi Hasan DİNÇ’in yazdığı “Bolu İli – Gerede İlçesi ÇOĞULLU Köyü” adlı kitabı yayınlandı.
 
Kitapta 194 sayfası olan 1941 doğumlu yazar doğduğu Gerede Çoğullu köyünü türlü yönleriyle tanıtıyor.
Hasan DİNÇ, bu kitabı yazış amacını önsözde şöyle açıklıyor:
 
“Bugün köyümüzle ilgili bildiğimiz bilgiler, yaşayan en büyüğümüzle yaşıttır. Onların bu fani alemden ebedi aleme göç etmesi, köyümüzle ilgili bildiklerimizin ömrünün daha da kısalmasına sebep olacaktır. Ölenler bildiklerini kendileriyle birlikte getirmekte, maallesef anlattıkları hiçbir zaman yazı ile tespit edilmediği için, kısa zamanda unutulmaktadır.
 
Bırakın köyümüzü, köyümüzün bağlı olduğu Gerede ve Bolu ili ile bile meraklandığımız birçok konu hakkında bilgi bulamıyoruz. Bu bizim yazmaya ve yazılanlara karşı kayıtsız kalışımızın bir sonucudur.
Bu büyük bir talihsizlik ve eksiklik olarak kabul ediyoruz. Bu eksikliğin bizimle sona ermesi, bizden sonra gelen nesillerin aynı talihsizlikle karşılaşmaması için Çoğullu Köyü merkez olmak üzere çevresindeki köylerle ilgili bir tespiti kitaplaştırmış oluyoruz.
 
Bizde elinizde tuttuğunuz dergiyi hazırlarken benzer sıkıntılarla karşılaştığımız için yazarın şikâyet ve serzenişlerin anlayışla karşılıyor ve hak veriyoruz.
 
Hasan DİNÇ’in hazırladığı Çoğullu Köyü kitabı üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Çoğullu Köyünün coğrafi konumu, ekonomisi, tarihi ve kültürel yapısı ele alınmış. İkinci bölüm, Çoğullu’da evlilik ve düğün konusuna ayrılmış “Ağız tadımız, damak zevkimiz, yemeklerimiz” başlıklı üçüncü bölümde ise köyün mutfağına yer verilmiş. Burada, köyde yapılan çok sayıda yemek adına ve tarifi yer almaktadır. Kitap, köyle ilgili çeşitli fotoğraflardan oluşan sayfalarla sona ermektedir.
 
Öncelikle yazarı, değerli bilgilerle dolu kitabı Türk kültürüne kazandırdığı, için kutluyoruz. İkinci olarak benim bildiğim kadarıyla Gerede’nin yazılı basılan ilk kitap dolayısıyla Gerede Kültürüne katkısı açısından önemli bir çalışma.
 
Darısı Gerede’ye ve Gerede’nin diğer köylerine derken gerçekten özenli bir çalışma ürünü olan ve kaliteli bir baskıyla elimize ulaşan kitabın diğer köylere de örnek olmasını diliyorum.
 
Abdullah DEMİRCİ

Çanakkale Piyesi - Dr. Abdullah Demirci

ÇANAKKALE PİYESİ
SANCAKLAR DÜŞMEYECEK

(BİRİNCİ PERDE)


 (Perde kapalıyken Çanakkale marşı çalınır. Giderek perde açılır. Sahne hafif aydınlıktır. Sahnede Yüzbaşı, Teğmen ve Hüseyin Çavuş bulunur.)

Yüzbaşı                      - İşte böyle Hüseyin Çavuş. Çabuk, köyün her tarafına haber salın. Kaybedilecek zaman yok. Eli silah tutan genç, yaşlı kim varsa gelsin.(Kalkar, ayaklarını yarı bozuk bir şekilde toplar. )

Hüseyin Çavuş          - Başüstüne Komutanım. (diyerek  kapıdan çıkar.) Ali... Mehmet... (diye bağırır ve devam eder.) Haydi koşun. Acele milleti toplayın gelsinler. Yüzbaşının geldiğini söyleyin. Haber verin, koşun.

(Dışarıdan “Hemen gidelim, ötekilere de haber verelim” sesleri gelir.) 

Hüseyin Çavuş          - (İçeri girer ) Tamam Yüzbaşım, haber verdim. Birazdan herkes burada olur

 Yüzbaşı                     - Sağol Çavuş.

Hüseyin Çavuş          - (Yerine oturmak üzereyken birden doğrulur.)

Kusura kalmayın Yüzbaşım. Öyle şeyler anlattın ki, sormayı bile unuttum sizin garnınız açtır. Durun da ben bi yimek getirem.

Yüzbaşı                      -  (Oturduğu yerden kalkar) Yok, yok Hüseyin Çavuş. Az önce Yiğitler Köyü’nde yedik. Yalnız sen bi su getiriver. (Hüseyin Çavuş kapıdan çıkarken, Yüzbaşı gezinmektedir.)  

Yüzbaşı                      - (Teğmene dönerek...) Hasan... (Teğmen Hasan ayağa fırlar, esas duruşa geçer.) Günlerdir yollardayız. Günlerdir köy köy dolaşıyoruz. Yorulduk değil mi Hasan? Ama mühim değil. Bunu da başaracağız Hasan. Allah gittiğimiz hiçbir yerden boş çevirmiyor. Görüyorsun. Buradan da boş dönmeyeceğiz İnşallah. 

Teğmen Hasan          - İnşallah Komutanım. Ben bu köyün namını çok işittim. Balkan Harbi’nde Karacalı Koca İbrahim derler biri vardı. Hiç unutmam. Kahramanlığı ile orduya şevk verirdi. Şahadetine bütün asker ağlamıştı. Şimdi hatırladım da içim yandı Komutanım. 

Yüzbaşı                      - (Hüzünle) Şehitler, şehitler... Yaşayan ölüler. Ruhları Allah’ a yükselen büyük insanlar.

Hüseyin Çavuş          - ( Testi elinde içeri girer. Yüzbaşı ve teğmen otururlar. Su doldurduğu tası Yüzbaşıya uzatır.) Buyrun Komutanım.

Yüzbaşı                      - Sağolasın Çavuşum. Allah razı olsun. 

Hüseyin Çavuş          - Afiyet olsun.ü

Teğmen Hasan          - (Suyu içtikten sonra) Elhamdülillah. Aziz ol gardaşım. Gelmiş geçmişlerin canına değsin.

Hüseyin Çavuş          - Afiyet olsun Teğmenim.(Hüseyin Çavuş Testiyi kapının yanına koyar. Tası üstüne bırakır. Bu sırada dışarıdan ayak sesleri gelir ve heyecanla kapıyı açmaya yönelir.)

Mehmet                      -(birkaç arkadaşı ile içeri giren)Selamünaleyküm. Hoş geldiniz efendim.(diyerek Yüzbaşının elini öpmeye çalışır.Diğerleri de hoş geldiniz diyerek, Mehmet ’i takip eder.)

Yüzbaşı                      -(sevinç dolu bir tebessümle) Ve Aleykümselam. Hoş bulduk arkadaşlar. Geçin şöyle oturun.

(Mehmet  ve arkadaşlara uygun buldukları yerlere otururlar.Yüzbaşı cebinden saatini çıkartır, bakar ve Hüseyin Çavuşa dönerek.)

Yüzbaşı                      -Hüseyin Çavuş bu saatte de köylülerin hepsi köyde midir bilmem ki ?

Hüseyin çavuş           -(Güven dolu bir sesle) Sen merak etme Komutanım,gelenler bize yeter. Biz yarın bütün evleri dolaşır haber veririz.Emrini iletiriz. Dediğin gibi yaparız.Bunu endişe sayma .

(Dışarıdan yine ayak sesleri gelir.)Hüseyin çavuş kapıyı açar. En önde, bir bacağı yok bir ihtiyar ve birkaç delikanlı içeri girerler.)

İhtiyar                        -Selamünaleyküm.  Hoş gelmişsiniz evlat. 

Yüzbaşı                      - Ve aleykümselam.Hoş bulduk, Gazi dede. Buyur, şöyle buyur.( yanına yakın bir yere oturtur.)

(Herkes oturduğu yerden Yüzbaşının yüzüne merakla bakarken. Yüzbaşı da oturanların üzerinde tek tek göz gezdirir.)

Yüzbaşı                     -Kardeşlerim biz buraya çok mühim bir mesele için geldik.Günlerdir yollardayız.günlerdir hep böyle köy köy dolaşıyoruz.

Hüseyin Çavuş          -  Allah kuvvetinizi artırsın Yüzbaşım.

Yüzbaşı                      - Arkadaşlar dün balkanlarda Yunanın, Bulgar ın milletimize yaptığı zulmü hepiniz bilirsiniz.Binlerce kardeşimizin aç, susuz bırakıldığını , düşmanın kızıl süngüleriyle nasıl şehit olduğunu unutmamışsınızdır.

Mehmet                      -  (Ayağa kalkar) Unutur muyuz komutanım sen ne diyon ben şehit   
                                    babamın ve şehit kardeşimin intikamı ile yaşıyom.Ah...Ah o    
                                   düşmanlar... Allah’ım nasip etse      de intikamlarını alsam sen bilirsin  
                                   Allah’ım.

Ali                              -  Benimde babamı ve iki amcamı şahit etti Bulgarlar .

Cemil                          - Benim babam Moskof harbinde şehit oldu.Vasiyeti aha şuracığımda. Daha unutmadım.

Yüzbaşı                      -İşte kardeşlerim, düşmanlar gene aynı vahşetle bugün de saldırdılar.İngiliz gemileri (Parmağıyla ufku işaret ederek) Çanakkale ye davrandı.(bağırarak) boğazdan geçip devletimizi yıkacaklar.

Hüseyin Çavuş          - Allah korusun Yüzbaşım o nasıl söz.

Mehmet                      - Allah devletimize zeval vermesin.(Diğerleri de Allah Korusun diye iştirak ederler.)

Yüzbaşı                      - Arkadaşlar eğer düşmanlar devletimizi yıkarlarsa unutmayın ki dün balkanlarda yaptıklarını yine yapacaklar.Yine binlerce yavruyu yetim, binlerce anayı dul ve binlerce bacıyı himayesiz koyacaklar.Vahşice, alçakça zulmedecekler.Dün Selimiye camiine nasıl Çan taktılarsa, bugün de camilerimizi kapatıp kilise yapacaklar.

Mehmet                      - Allah korusun  yüzbaşım(diğerleri de buna iştirak ederler.Tansiyon yükselir, heyecan artar ara sıra kalkıp oturmalar göze çarpar.)

İhtiyar                        -  (Asasını  vurur ve hiddetlenir.)bunları ben yaşadım evlatlarım.Ben iyi bilirim düşman mezalimin...Düşman her zaman düşmandır. Hain ise her zaman ihanet içindedir.Ben gördüm bunları, iyi bilirim.(ihtiyar kopan bacağına bakar .bütün gözler ihtiyarın üzerindedir.)mühim değil evlat vatan sağolsun .

Yüzbaşı                      - (dolgun bir ifadeyle ) kardeşlerim şu an Çanakkale de bir  avuç kardeşimiz düşmana karşı savaşıyor. Ama düşmanın gemileri çok  cephanesi bol.oradaki kardeşlerimize yardım etmeliyiz.Bu devlet bizim devletimiz.Bu vatan bizim vatanımız. Şehit olanların yerini biz dolduracağız.Düşmanı Çanakkale’den geçirmeyeceğiz.Gerekirse kanımızla,kanımızla boğacağız.

Ali                               -(Ayağa kalkarak ,yumruklarını sıkar)Boğacağız komutanım.Hep hazırız.Öleceğiz,öldüreceğiz.Ama düşmanı Çanakkale’ye sokmayacağız.

Mehmet                      - (O da ayağa fırlar) Ben de  hazırım komutanım.Hem en ön safta çarpışacağım.Babamın tüfeğini kaç zamandan beri kullanmıyorum. Ne zamandan beri bu günü bekliyordum.Sen büyüksün Allah’ım.

(Kalabalık arasından,“ben de hazırım,ben de hazırım”diye bağırışmalar olur.)  

İhtiyar                        -Biz ne güne duruyoruz evlat.Benim de iki oğlum var.Onları bu günler için büyüttüm.Değil mi vatan söz konusu,değil mi namus söz konusu,değil mi iman söz konusu.O halde sen emret, hepimiz geliriz.    

Yüzbaşı                      -Allah hepinizden razı olsun.Sizde bu iman ,bu yürek bu azim gayret oldukça milletimiz yaşayacak,düşmanlar kahrolacak.

(Sahnedekiler hep birlikte      “Milletimiz yaşayacak, düşmanlar kahrolacak”diye bağırır)

Yüzbaşı                      -(Eliyle bir  istikamet göstererek )Kardeşlerim ;biz daha şu ilerdeki köylere ,diğer köylere gideceğiz .Haydi geç kalmayalım.

Hüseyin Çavuş          - İnşallahyüzbaşım hep geleceğiz.Ben bütün köyü toplar gelirim.

Yüzbaşı                      -İnşallah çavuşum Peki şimdilik Allahaısmarladık. Allah’a emanet olun,  arkadaşlar.

Mehmet                     -Güle güle yüzbaşım.   

Ali                              - Görüşmek üzere komutanım.   
                                                               
İhtiyar                       -Allah yardımcımız olsun.

            (Hep birlikte “Amin” diyerek kapıdan çıkarken perde kapanır.Çanakkale marşı çalmaya başlar.)  ( 1.perde sonu)                                                                                                 

(İKİNCİ PERDE)

            (Slayttan sahneye savaş manzaraları verilir.bir tarafta siper kuruludur.askerler bu siperde mevzii almış  vaziyetedir. Yemen türküsü çalınmaktadır.)

Hüseyin Çavuş          -(Yemen türküsünden etkilenir.) Alim, yiğit Alim şu kara talihe bak sen.Babalarımız Yemende, Dayılarımız amcalarımız  Balkanlarda, Dedelerimiz Aziziyede. Biz, bizde burda.

Ali                               -Ne diyem Çavuşum, ne diyem.

Hüseyin Çavuş          – Düşünüyorum da, dedelerimizin döktüğü kan kadar kan dökmedik.

(Mehmet’e döner, elini omzuna kor) Verdikleri  can kadar can vermedik  Mehmedim.

Mehmet                       - Doğru  söylersin Çavuşum. Dökmedik de , vermedik de. Ama onlara layık olacağız.

Hüseyin Çavuş          – Ah, ahh...Öksüzleri yetimleri  düşünüyorum. Binlerce bağrı yanık,                    

                                    Kucağında... 

Ses                              - ( Perde arkasından bir çocuk sesi)

                                   “Anne benim babam yok mu,nerde kaldı gelmedi,
                                    Gözlerimden akan yaşı,  el uzatıp silmedi,
                                    Ben büyüdüm, beni görüp muradına ermedi,
                                    Hep gidenler geldi ama , benim babam gelmedi,
                                    Hep yetimler güldü ama, benim yüzüm gülmedi.”

Hüseyin Çavuş          - ...Diye hıçkıran yavruları ile başbaşa, kalmış anaları düşünüyorum.

Mehmet                      - Ben de memlekette küçük bir yavru ve ihtiyar bir ana bıraktım.

Ali                               - Kim komadı ki Mehmedim.

            ( Bu sırada uzaktan top sesleri ve silah sesleri gelmeye başlar. Slayt savaş tabloları gösterir.)

Hüseyin Çavuş          - ( Silah sesleri sıklaşır.) Haydi aslanlarım. Koman yiğitlerim.
                                    Bildirelim haddini kafirin.( Bir müddet ateş sürdürülür. Silah sesleri
                                     hafifler.)Kardeşlerim  aylardan beridir savaşıyoruz. Bu savaşta kimi

            kardeşlerimizi açlıktan, kimi de kahpe düşmanların hain kurşunları ile şehit oldular.Din,devlet ve vatanımız yaşasın  diye. Namusumuz  kirlenmesin, bayrağımız,sancağımız  ebediyen dalgalansın,yavrularımız esir doğmasın diye şehit oldular.Şimdi ben sancağı layık olduğu yere dikmeye gidiyorum.

 Ali                              - Bende geliyorum çavuşum

 Hüseyin Çavuş         - Mehmet siz düşmanı oyalayın.Bizi koruyun

 Mehmet                     - Hakkını helal et çavuşum.(Siperdekiler daha yoğun ateş etmeye başlarlar)

            (Hüseyin çavuş ve Ali bir müddet ilerler ve sağa sola ateş ederler bu esnada Hüseyin çavuş vurulur.Allah diye bağırır ve yere düşer.)

Ali                               - Çavuşum,vuruldu çavuşum.(Hüseyin çavuşun yanına      
                                    gelir.Korunabilecekleri bir zemine Hüseyin çavuşu çeker.)

 Hüseyin Çavuş         - (Yaralı ve acı içinde kıvranarak)Ali...(Biraz daha bağırarak)Ali...Kardeşim Ali. Seninle şu an belki de son dakikalarımı yaşıyorum.Gün doğmadan neler doğar Ali. Düşmanın Çanakkale’den çekildiğini göremeyeceğim için üzgünüm. Ama bunu sizin başaracağınızdan eminim.Onun için de   müsterihim.

Ali                               - Yaşayacaksın çavuşum.Sen de kâfirin nasıl kaçtığını göreceksin.

Hüseyin Çavuş            – Ali... Hayatlarının baharında kara  toprağa kefensiz giren binlerce    

mehmetin, gökyüzüne yükselen seslerini duyuyorum. Cennettte şehitler sancağını görüyorum Ali’m. Oraya... oraya varmak istiyorum. (Acı içersinde kıvranır. Bu sırada Ali de kendini tutamaz ağlamaya başlar.)

Hüseyin Çavuş          – Dur, dur ağlama ağlamak zamanı değil. Dinle, dinle hele. Sana bir vasiyetim var. Babam Moskof harbinde şehit olurken yarasındaki kurşunu bana yollayarak oğlum, beşikteki oğlum bunu iki etsin demiş. (bundan sonra kelimeleri ikişer defa kısık kısık söyler.) iki etsin demiş. Tut, tut (Allah der, kendinden  geçer.) şu da benim... benim hayatıma... son verecek şarapnel parçası al, al bunu beşikteki yatan oğlum... oğlum Cihat’a bunu ver. (Ali alır, bakar ve cebine koyar) Ali ben babamın vasiyetini yerine getirdim... getirdim. Ben iki ettim... iki ettim. Oğlum... oğlum üç etsin.Üç etsin...Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh.  (Hüseyin Çavuş şehit olur. Sahne ışıkları koyulaşır.)

Ali                               - (Ağlamasını sürdürür) Vasiyetini yerine getireceğim çavuşum. Çanakkale’yi düşmama dar edeceğim. İntikamını, intikamını mutlaka alacağım.

                               (Bu sırada ezan okunmaya başlar. Ali başını şehidin bağrına koyar. Bir eliyle de sancağı kavrar. Ezanın sonuna doğru ellerini havaya kaldırarak dua eder. Sahne iyice karartılır. Ali kendinden geçer .)

Ali                              - (Silah sesleri devam eder.) Arkadaşlar, Hüseyin Çavuş ve ondan 
                                   öncekiler bu sancağı düşürmemek için şehit oldular. Şimdi sancağın  
                                   hakkını vermek bize kaldı. Ben de sancağı tepeye dikmeye gidiyorum. 
                                   Düşmanı oyalayın beni koruyun. (Ali siperden çıkar, silah sesleri artar,
                                    bu arada vurulur ya Allah diye bağırır ve düşer.)

Mehmet                    - Ali... kahpeler Ali’yi de vurdular. Allahım şehitler kervanına o da 
                                  katıldı. Ali, kardeşim sen yalnız değilsin. Çanakkale semalarında
                                  Sancak ebediyyen dalgalanacak. Boğaz’ı düşmana dar edeceğiz.    
                                  (Mehmet siperden çıkar. Ali’ye yaklaştığı sırada vurulur ve düşer.)

Cemil                     - (O da siperden çıkar çıkmaz vurulur, dizlerinin üzerine düşer. Silahına  
                                 dayanarak kalkar. Elini sancağa doğru uzatırken dengesini kaybeder ve 
                                 düşer. Sürünmeye başlar.)  Öldürülsek de, kurşunlansak da Allah’ın adı
                                  yükselecek düşmeyecek sancaklar. (Tekrar düşer.) Ocaklar                                
                                  sönmeyecek, düşmannlar gülmeyecek, milletim yaşayacak. (Sancağa 
                                  biraz daha yaklaşır. Eliyle bir ucundan tutarak) Sancaklar...sancaklar
                                  (Düşer, son bir gayretle kalkar) Sancaklar... Sancaklar
                                  düşmeyecek.(Ruhunu teslim eder.)

                                 (Silah sesleri kesilir. Biraz sonra yüzbaşı ve yaralı olduğu halde teğmen 
                                 savaş mevkii ne gelirler. Çok duygulandıklarını belirtirler. Teğmen
                                 elindeki bayrağı şehitlerin üstüne örter. Yüzbaşı, sancağı öper ve
                                 selamlar. Fondan Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri’ne adlı
                                 şiiri okunur.)

Dr. Abdullah Demirci