YAŞAM ÖYKÜSÜ
FEHMİ BİLEN (1922 – 2004) - Dr. Abdullah DEMİRCİ
Köyde dedeleri hatiplik görevi yaptığı için Hatipgil diye anılan Fehmi Bilen, 1922 yılında eski adı Avşar – ı Evvel olan Bolu’ya bağlı Gerede’nin Birinci Avşar köyünde doğdu. Babasının adı Ahmet, annesinin adı Feride dir. Çocukluğu ve gençliği köyde geçmiştir. 1942 – 1945 yıllarında askerliğini İstanbul’da muhabereci olarak yapmıştır. Yine bu dönemde marangozhanede çalışarak daha sonra ekmeğini kazanacağı mesleği öğrenmiştir. 1 Şubat 1944 Gerede depreminde köye izinli gelmiştir. Bu deprem, köyde fazla hasar bırakmamıştır ama ilçede can kaybıyla da sonuçlanan hasarlar bırakmıştır.
1950’li yıllarda köyündekilerin çoğu gibi o da ekmeğini Ankara’da aramış, buradaki marangoz atölyelerinde çalışmıştır. Fakat köyle de irtibatını kesmemiştir. 1960’lı yılların sonunda ailesi ile Ankara’ya yerleşmiş ve burada bir marangozhane kurmuştur. Ömrünün son yıllarına kadar burada çalışmıştır. Üç kız evladı ve bunlardan 10 torunu olan Fehmi Bilen, 25 Mayıs 2004 tarihinde Ankara SSK hastanesinde hayata gözlerini kapamış ve ertesi gün doğduğu köyde toprağa verilmiştir.
1993 yılında kendi anlattığı hayat hikayesi teybe kaydedilmiş, daha sonra banttan yazıya aktarılmıştır.
KENDİ AĞZINDAN FEHMİ BİLEN’İN ÇOCUKLUK VE GENÇLİK DÖNEMİ
1922 yılında Bolu’ya bağlı Gerede’nin Birinci Avşar Köyü’nde doğdum. Dedelerimizin köye ne zaman geldiğini bilmeyiz. Babamın babasının babasına –köydeki eski mezarlıkta yatan –Ahmet Ağa deniliyor. Köye ilk defa onlar gelmişler. Köyde arazi zaptetmişler, sonradan öbür komşular gelmiş ve köyü kurmuşlar. Elagil, Erenler, Mühürdaroğulları, İmrahoroğulları... Böylece köy meydana gelmiş.
Dedelerimiz harpten sonra köye gelince, Atatürk zamanında medreseler yapılmış. Fakat bu medreseler üç sene sonra kaldırılmış. Bu medreselerin yerini dedem verdi. Daha sonra büyük okul yapılmış. Medreseden çıkan en iyi hoca İbrahim Hoca. Daha sonra yapılan okula birkaç köyden öğrenciler geliyordu. Biz de o okula gittik, benden önce kardeşim Naciye de gitti. Fakat o, benden daha az gitti. Kabaklarlı Hasan Fehmi’de okuduk. Üç sene sonra bu öğretmeni başka yere tayin ettiler. Okul iyiydi, üç köyün talebesi vardı. Toplam 50-60 kişi iki sıra birinci sınıf olmak üzere. Daha sonra Ahmet isminde bir hoca daha geldi ve o bizim köyden birisiyle evlendi. Süleyman, Cemalettin, Kuşgilin Terzi iyi konuşan kimselerdi.
Düğün köy evinde oldu. Düğünden önce Gerede’ye gitti, baklava ve şekeri vs. hazırdı. Ertesi gün gelin gelecek. Derken bizim köyün delikanlılarından birkaçı eve girip baklava ve şekerlerden yiyorlar. Öğretmen gelince evi karışmış buluyor, baklavayı yenmiş görünce “ baklavaaa” diye bağırmış. Bunu köyde böyle anarlardı. İşte o öğretmen, bizi mezun etti. O okul daha sonra kapandı, nedense öğretmen vermediler. Ondan sonra bizim köyün çocukları Kazanlar’a gitti. Benden sonrakiler orada okudular.
Sonra biz de büyüdük, kardeşim Fevzi ve Naciye vardı. Ondan sonra biz rençberlik yapmaya başladık. O zamanlar tarlalarda kara sabanla çok çift sürdük, değirmene gittik. Bu, su değirmeni idi. Değirmene herkes buğdayını götürür, un yaptırırlardı. O zamanki bu değirmenler çok meşhurdu ve bunlardan çok vardı. Umut Köy’ün köprüsünün altında –Şeker Ana denirdi- bir değirmen vardı.Kesiren değirmeni çok iyiydi.Dört ocaklıydı,kuvvetliydi,unu çok öğütürdü. Babam rahmetlik o zaman dedem ölünce ihsan dayının babası benim halamla evli olmasından dolayı oraları yarı yarıya ekmiş.Dedemin kardeşleri “Bu bir oğlan ,niye yarısını ekiyor.“diyerek babama hisselerini vermişler.Babam o zamanlar 1750-1800 lira borçlanmış.Borçlanınca demişler ki ”Hatip battı,borcu ödeyemez.”...Değirmen o zamanlar iyi çalışırmış,rahattı,herkes kışa girerken 30-40 teneke adamına göre un öğütürdü.Değirmenden biz çok istifade ettik,iyi oldu.Mesela tarlalarda ekim olmadığı zaman değirmenden kesene gelirdi.O,kurtarırdı bizi.Babam,1938’lerde borçlardan daraldı ve değirmeni satacak oldu.Hiç iş yoktu.Para yoktu herkes borçlanmıştı.Ödenmiyordu zaten batma durumundaydı.Büyükler babama ”Değirmeni satma,değirmen her şeyden iyi” dedi.Babam daha sonra vergi borçları için değirmeni 90 liraya satmak istemiş fakat değirmeni alacak olan 45 liradan fazla vermeyince kalmış.
Kardeşim Fevzi,kendi ekinimiz diye buğdayımızı en sonra öğütürdü,müşteriler gitmesin diye. Herkesin işi bitince karlı havada biz de unu öğütürdük.Cumartesi günü babam Fevzi’ye dedi ki rahmetlik,”(o oluktan su sızınca don oluyor, poyre denir,şöyle delik açılır, orada elli santim don oluyor .)”Oğlum sen git o buzu kır”.Onun için de çarkın arkasına yatıp da kırmak gerekiyordu.Orada Fevzi 3-4 saat buzu kırmak için kaldı.İşi bitince eve geldi,”hastayım” dedi.Ben de o, hasta diye akşamleyin “Damı ben kürüyeyim.”dedim.Tabii kürürken elim dönüveriyordu.Fevzi gelip ”ver ver gıcık köpek” dedi ve damı o kürüdü,derken eve geldik yattık.Fevzi de yattı. O cumartesi Fevzi hastalandı,ertesi cumartesi de öldü. Naciye ondan sonra öldü. İşte ondan sonra biz üç kişi kaldık. Annem,babam ve ben. Ben askere gitmeden önce annemin annesi öldü.Naciye de ben askerdeyken öldü.
Askerden geldik.Şehre merkeple gidilirdi.Panayırlar olurdu. Herkes,panayıra gideceğim diye sevinirdi,hazırlanırdı.Panayırda herkes ihtiyacını görür,mal satar,kimisi keş,yağ,peynir satar.Biz buğday satardık.Çocuklar da gezmeye giderdi,eğlenirlerdi.Kız kardeşim,bana gömlek dikerdi ve panayıra sevine sevine giderdik.Babam bize yirmi beşer kuruş verirdi.Biz gezerdik.O paraya düdük alırdık.O gün gelirken,düdük aldığımız için eve sevinerek gelirdik.Eve gelince kapıdan girerken o düdükleri hemen çalardık annem de bunları görüp “ne güzelmiş bunlar” derdi.Biz okuldan çıkınca çocuklar resim çektirmek için gittiler der.Ben geç kalmışım.Ben de işte ondan sonra Gerede’ye yalnız gidiyorum.Yazı köy’ü geçtim baktım ki bir kamyon geliyor.Böyle yüksek bir kamyon ve kamyon üzerine devrilecek korkusuyla taa tarlaların içine kadar kaçtım.O zaman araba fazla yoktu.Yoldan günde en fazla 2-3 araba geçerdi.Sonra Gerede’ye gittim.Benim canım sıkkın tabi, yalnızım.Daha sonra fotoğrafçıya gittim,akşamleyin eve geldim.Fevzi sağken bazen biz iki çift öküzle saman satmaya giderdik Gerede’ye.Samanın kurusunu seksen kuruşa falan satardık(1935).Bir de annem gitmiş saman satmaya. Fevzi,çitin birisini satmış, anneme de demiş ki “bak seksen kuruş verirlerse sat”.Birisi gelmiş,”teyze, ben seksen beş kuruş veriyorum ,bana bu samanı sat “ demiş.Annem de “yok seksen beş olmaz seksen kuruşa satarım” demiş.Fevzi’yle birlikte yine saman satmaya gittik Fevzi , helva almış samanı satıp köye dönerken Fevzi beni çitin içine koydu.Bana o helvayı verdi ve bana “Bunu yiyeceksin” dedi .Ben de “Hepsini mi yiyeceğim?” dedim.O da “Hepsini yiyeceksin” dedi.O helvayı bir yedim ki... .Derken Fevzi öldü.Ben askere gittim.
O zamanlar askerlik 43 aydı.Annem verem olmuş.Askerler önce Gerede’ye gidiyorlar ondan sonra da askerliği yapacağı yerlere gönderiliyordu.Biz de geç kaldık oradan İsmetpaşa’ya kadar üç kişi beygir tuttuk.İsmetpaşa’ya vardık.Oradan bizi hayvan vagonlarına bindirdiler.İstanbul’a gideceğiz.Neyse Ankara’ya geldik.Bizim odalarımıza mum verdiler.Oradan İstanbul’a gittik.Sirkeci’ye vardık.Sirkeci’den bizi Boğaziçi’ne gönderdiler.Ben o zamanlar zayıftım,hasat olmuşum,benzimin rengi ben beyaz olmuş.Yüzbaşı,”Oğlum,sen hastasın” dedi.Ben,”Yok hasat değilim” dedim.İki üç kere seni doktora gönderelim diye ısrar etti. Bize yatak kılıfı verdiler.Biz tahta üzerinde,bir metre yerde beş kişi yattık.Neyse derse girdik,hasta olduğum için gözüm de çapaklanmış.Çavuş,”Oğlum sen hastasın,liste alıp hastaneye gitsene” dedi.Ben,”Ne listesi?” dedim benim bilmediğimi anladı ve ”Sen sabahleyin benim yanıma gel.” dedi. Listeyi yazdı, doktora gittim. Benim hastalığım geçti.
O zamanlar ben muhabereciyim, mors harflerini yazıyorum. Başkaları bu harfleri bilemeyince dayak yiyor. Bir gün Dörtdivanlı Eşref arkadaş vardı. Bu harfleri ben aldım tabii, o alamadı. Çavuş, “ Git ona tokat at” dedi. Ben attım. Arkadaş diye yavaşça vurdum. Çavuş yanıma geldi “tokat öyle atılmaz” dedi. Eşref’e bir tokat attı ki gözlerinden şimşek çıktı. Daha sonra kestane ağaçlarını biçmek için adam aramışlar. Eskişehir’li Ali Üydür vardı. Bu, “ ben yaparım” demiş. Halbuki hiç bilmiyor. Bir de Yüzbaşı söylemiş eskilerden emekli derlerdi. Hızar biçtirmek için beni görevlendirdi “O iş rahat olur, bizim Fehmi onu yapar” dedi. “iyi yazalım onu” diyorlar. Sabahleyin yüzbaşı, Ali’yle birlikte beni çağırdı. “ Oğlum siz yapar mısınız?” dedi. Biz de “olur” dedik. Orada biz beş – altı tahta biçiyoruz ve askerlikte bu günlerimiz rahat geçti. Ben oradan marangozhaneye geçmek için çavuşun yanına gittim ve o beni yazdı. Bir gün talime gittik, beni çağırdılar. “ Ne var?”, “seni başçavuş istiyor”. Ondan sonra bana “marangozhaneye git” dedi ve talimden kurtuldum.
Annemle babam bana para yolluyor ama yetmiyor, biz de traş kutusu yaparak ayrıca para kazanıyorduk. Pazar günleri marangozhaneye yüzbaşılar geliyor. Biz de Ali’yle birlikte bu kutuları Pazar günü fırında yapalım dedik ve aletleri fırına taşıdık. Tesadüfen Pazar günü yüzbaşı fırına gelmiş, tabii takımları görünce “bunlar kimin?” demiş. Marangozun ertesi günü yüzbaşı bizi çağırıyor. Ali, benden büyüktü, suçu da büyüktü. Yüzbaşı, “Oğlum ben size ne yapayım” dedi bizi serbest bıraktı. Hapsetmedi de. Biz askerliğe devam ediyoruz. Ben beş tane kutu yaptım. Birisi geldi dedi ki “bana beş kutu yap” dedi ve ben kutuları yaptım. Bu adam giderken yüzbaşı,bu kutuları görüyor. “nerde yaptırdın?” diyor. “marangozda yaptırdım” diyor. Ben dışarıdaydım. O ,benim arkadaşım Ali Üydür’ü çağırtmış ve hapse atmış. Neyse akşama doğru beni de çağırdılar. Başçavuş’a “kutuları ben yaptım, Ali’yi bırakın” dedim. Ama bırakmadılar. O zamanlar bize 5 – 6 tokat attı, bizi hapsetti. Ben, “iyi, orada dinlenirim” dedim. Yüzbaşı, sabahleyin yine çağırdı bizi. “bu masaların hepsini yapacaksınız” dedi. Biz, dinlenmeden çıktık oradan.
DEPREM
1944’ün Şubat ayında hareket (deprem) oldu. O zamanlar ben askerdeydim. Gazetelerde yazıyordu. Bir de baktık ki Gerede batmış. Neyse bize izin verdiler. Haydarpaşa’ya geldik. Askeriyenin trenini bekledik. 4 gün bekledikten sonra üç arkadaş Pendik biletini aldık. İki bilet alarak o iki biletle idare ettik. Ankara’ya geldik. Neyse yedi günde köye geldik. Köye geldik, köyde bize bir şey olmamış. Elagilin ahırı çökmüş, onların ineği ağacın altında kalmış, bağırır dururmuş, ölenler şehir merkezindenmiş, köylerden de az. Gerede’den Eskipazar’a kadar yer yarılmış. İşte ondan sonra da yine askerliğe geri döndük.
Askerlik pek zor geçmedi ama uzun sürdü. 43 ay. Son günde öğle yemeği yiyorum. Dışarıda yiyoruz. Eylülde falan. Bizim arkadaş var Sarıyer’de santral nöbetçisi. “arkadaşlar teskeremiz geldi” diyerek bağırıyor. Biz, tabi inanmadık. Ondan sonra “yalan” dedik, o yemekleri yiyemedik, boğazımızdan geçmedi. “ben okudum, postacının elindeydi” dedi. Aradan birkaç saat geçti, yukarıdaki santralden de müjde geldi. Bizi dersaneye çağırdılar, “Sizin emriniz geldi” dediler. Sabah oldu. Tam tersine Yüzbaşı bizi talime çağırdı. Biz talime çıktık, meğer adam, çantaları arayacakmış. Öğlen bizi çağırdılar, çantalarımızı verdiler, vapura bindirdiler. Biz asker elbisesi ile gittik. Oradan Ankara’ya, İsmetpaşa’ya ve Gerede’ye geldik. Oradan direkt otobüs yoktu. Gerede’den hediye için kahve falan aldım. Akşama eve gittik. Babam, annem sevindi.
ANILAR
Askerlik bitince seymenlerle düğüne gittim. Gençler düğünde halka oluşturur, ortaya da ateş yakardı. Davul, zurna olur. Gittik ama biz çağrılmamıştık. Gidince oradaki bir adam, “düğün elle, çay selle olur” dedi. Kız evinden bize bir kaz verdiler.
Adam kurt bulunca kurdu vurur. Derisinin içini doldurup sırığın ucuna takardı. Köyde ev ev gezip buğday toplardı.
“ Kurtçu geldi kapınıza
Selam verdi hepinize
Helkeleri sütsüz koyan kurt
Buzağıları öksüz koyan kurt” derdi. Bu adam her köyü gezerdi.
Çocukluğumuzda kös, ceviz oyunlarını oynardık. Gündüz oyunlarından met vardı, çelik çomağa benzerdi. Çıngır oyununda, bir hayvan boynuzu bir taş üzerine konulur, öbür taşla vurunca boynuz ileri giderdi. Diğer oyuncular çıngırı hemen alıp yerlerine gelemezlerse ebe olurlardı. Mele oyunu ise beş taş oyunuydu. Delikanlılar akşam olunca odalara gidip, büyüklerin nasihatlerini dinlerlerdi.
FIKRA
İki adam birbirini mahkemeye vermiş. Mahkemeye verenlerden biri hakimi görmüş ve “Hakim bey benim mahkemeyi güzelce gör, ben sana güzelce bir balta yaptıracağım” demiş. Öbürü de başka bir yerde hakimi görüyor. “ Hakim bey, benim mahkemeyi hallet sana bir inek var” diyor. Şimdi mahkemeye geliyorlar. Baltayı verecek olan hakime diyor ki : “Hakim bey mahkemeyi balta gibi kestir.” Hakim de : “Oğlum, baltanın sapına inek sıçtı” diyor.
ANI
1955’lerde köye kar çok yağardı. Bizim oralarda kar çok yağar zaten. Fırtına, tipi derken gece kurtlar, tabi aç kalıyorlar. Aç kalınca köye uğruyor. Kurtlar köye inince köpekleri yiyor. Bir gün Eşref ağa’nın bir köpeği vardı. Onu yemiş, sabah namazına giderken görüyorlar. Köpeği orada yemiş. Neyse namazı kıldıktan sonra köyde Çapar vardı. Bir de Gurcu(Korucu) Mehmet var. Bunlar demişler ki: “Biz av(tuzak) kuralım, et koyalım oraya, o kurtlar nasıl olsa gelir, gelince de vuralım, kurdun da derisini yüzüp içine ot tepip köylerde buğday toplayacaklar.
Bunlar, akşam yatsı namazını kıldıktan sonra köyün ağası odada biraz konuşuyor, sonra herkes evine gidiyor. Bunların ikisi kalıyor. Silah getiriyorlar ve diyorlar ki : “biz bu işi bugün yapalım”. Pencereye tam silahı ayarlıyorlar, ondan sonra bir yandan da etrafı gözetliyorlar. Epey zaman geçtikten sonra – kurt çabukça gelmez – oraya bir canlının gölgesi geliyor, kurt zannediyorlar artık gece, böyle ışık yok tabi. Gurcu Mehmet Çapar’a diyor ki: “huşt uşt “ yani geldi demek istiyor. O da bakıyor ki kurt gelmiş. Tamam güzelce nişan alıyor. Seninki ateş ediyor kurt diye köpeği deviriyor oraya. “Tamam devrildi” diyor. Çapar koşuyor. Giderken diyor ki : “Yavaş git kurt ıssırır mıssırır bir de ölmemişse” diyor. neyse koşaraktan varıyorlar. Bir de bakıyorlar ki vurdukları köpek. Şimdi ikisi de kötü oluyorlar tabii. “Ne yapacağız şimdi ya bunu saklayalım bir yerlere” diyorlar. Gidiyorlar bunu aşağıdaki çakılların altındaki karın içine sokuyorlar.
Neyse sabah oluyor, millet sabah namazına geliyor. Sonra kuşluk vakti oluyor. Köy ahalisi odada toplanıp sağdan soldan konuşuyorlar. Derken köyden Süleyman gelip gidiyor, odaya girip çıkıyor, oralara bakıyor. “Ya bizim köpek yok” diyor. dolaşıyor, giriyor tekrar gene diyor “bizim köpek yok, ne oldu ki?”. Derken odada bulunanlardan Marangozun kafa şarj ediyor. “ulan” diyor. “bu böyle böyle oldu” diyor. “ulan Gurcu Mehmet bak, bu iş nasıl oldu biliyon mu, ben sana deyivereyim. Oğlum ben zannı şahidiyim, şimdi dün gece kurdu beklediniz” diyor. “ Eee bekledik” diyorlar. “Gece oraya Süleyman’ın köpeği geldi. Sen Çapar’a dedin ki huşt huşt diye işaret ettin, kurt geldi dedin” diyor. “bir de Çapar gördü ki tamam kurt gelmiş” diyor. “seninki hazır. Tüfeği ayarlayıp bum diye atıyor ve bunlar koşuyor. Öbürü de diyor ki “lan ısırır mısırır yanına yaklaşma dedin” diyor. “bir de baktınız vurulan köpek. “ne yapalım?” dediniz”. diyor. “onu, gittiniz bir yere gömdünüz. Böyle olmadı mı?” diyor. Derken bunlar Gayli sonradan kalkıp izliyorlar köpeği onların gömdüğü yerde buluyorlar ve iş meydana çıkıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder